31 Ağustos 2012 Cuma

İntihar Eden Yazar ve Şairler Listesi 3: Ernest Miller Hemingway

 Ernest Miller Hemingway 

 (21 Temmuz 1899 – 2 Temmuz 1961)

Amerikalı romancı, kısa-hikayeci ve gazetecidir. Kısa ve gösterişsiz yazı tarzı ile bilinir. Özellikle 20. yüzyıl kurgu romancılığını etkilemiştir. Kahramanları genelde kendisinin bir yansımasıdır ve zor durumlarda gururlarını korumaları gerekir. Hemingway'in çoğu eseri, bugün Amerikan edebiyatının başyapıtlarından kabul edilir.



Oak Park, İllinois'de doğdu. Hemingway, altı çocuklu ailesinin iki erkek çocuğundan birisiydi. Adını, babası ve de amcasının adlarından almıştı. Çocukluğunda eski bir müzisyen olan annesinden müzik dersleri aldı.

İlk makalelerini lise yıllarında okul gazetesi olan Trapeze'de yayınladı. Yazılarında daha çok Ring Lardner etkisi gözlemleniyordu. 1917 yılında liseyi bitirdi. Lisenin ardından ailesinin isteğinin tersine üniversiteye gitmek yerine Kansas City Star adlı gazetede muhabir olarak göreve başladı.


Hemingway'in liseden mezun olduğu bu yıllarda Avrupa'da I. Dünya Savaşı başlamıştı.

Amerika o yıllarda savaş konusunda tarafsız kalsa da daha sonra Nisan 1917 de savaşa girmesinin ardından Hemingway de orduya katılmak için başvurdu. Fakat Hemingway sol gözündeki bozukluktan dolayı orduya alınamadı. Ardından 1917 sonlarına doğru Kızılhaç'ın da gönüllü aldığını duyduğunda ilk başvuranlar arasındaydı. Ocak 1918'de Hemingway'in başvurusu kabul edildi ve ambulans şoförü olarak göreve alındı.

Kızılhaç'ta çalışmaya başlar başlamaz gazetedeki işinden ayrıldı. Gazetede kaldığı kısa zaman içerisinde birçok yöntem ve de teknik öğrendi. Daha sonraki yıllarda o günleri "Gazetecilik yıllarında öğrendiğim kurallar en güzelleri idi ve de tüm yazarlık hayatım boyunca onları unutamadım" şeklinde hatırlayacaktı.

Avrupa'da ilk olarak vardığı şehir Paris oldu. Orduda bir süre normal bir görevli olarak çalışmasının ardından ambulans şoförlüğüne geçti. 8 Haziran 1918 de birkaç adım ilerisinde patlayan bir Avusturya topu yüzünden ağır şekilde yaralandı. Yardım etmeye çalıştığı İtalyanlardan bir tanesi ölürken diğeri bacaklarını kaybetti. Aynı olay esnasında başka yaralı bir İtalyan askerini cepheye taşımaya çalışırken bacaklarından yaralandı. Yaşananların ardından İtalyan gazetelerinde kahraman olarak ilan edilip, İtalyan hükümeti tarafından Gümüş Onur Madalyası ile ödüllendirildi. Hemingway bu olayı bir mektubunda arkadaşına şu şekilde anlatıyordu: "Bazen savaşta ön saflarda büyük bir gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir mendilin cepten çekilişi gibi benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüğünü fark ettim ve de o andan itibaren benim için ölüm yoktu."

Hemingway bu olayların ardından Milan'da bir hastanede tedavisini tamamlarken hemşire Agnes von Kurawsky ile tanıştı. Bu da onun ölümsüz eserlerinden olan "Silahlara Veda" ( A Farewell to Arms ) adlı eserini yazmasını sağladı. Tekrar Amerika'ya dönen yazar ailesinin iş bulması için yaptığı baskılara rağmen sakatlığından dolayı ordunun verdiği parayla bir yıl kadar işsiz olarak yaşadı. Daha sonra 1921 yılında eşi Hadley Richardson ile tanıştı ve evlendi. Aynı yıl içerisinde Chicago'ya göçtü. Toronto da bulunan Daily Star adlı gazetede yazmaya başladı. Gazetede iş bulduktan sonra ilk iş olarak Paris'e taşındı. Paris yıllarında birçok yazarla tanıştı.

Kendisine yavaş yavaş da olsa bir isim yapmaya çalıştı ama 1923 yılında eşinin hamile olduğunu fark edince çocuklarının Kuzey Amerika'da doğması için Amerika'ya döndüler. 1924 yılında ilk çocukları doğdu. Hemingway ailesi 1924'te tekrar Paris'e döndü.

1925-1929 yılına kadar olan dönemde Hemingway kendi yazarlık yıllarının en güzel örneklerini verdi. Bu yıllarda hiç tanınmayan bir yazarken birden bire dünyanın en ünlü yazarları arasında girdi. İlk basılan romanı olan "Güneş de Doğar" adlı kitabı bu yıllarda basıldı. "Güneş de Doğar" adlı eserinde savaş yorgunu bir askerin anılarını anlatan Hemingway 1929 yılında basılan "Silahlara Veda" adlı eseri ile çok büyük yol kaydetti. "Silahlara Veda"'da yaralı bir askerin savaşta bir hemşireye duyduğu aşkı dile getiriyordu. Hemingway böylelikle savaşın anlamsızlığına değinmeyi amaçlıyordu.

1931 de Avrupa anılarından olan İspanya yıllarına dair "Öğleden Sonra Ölüm" adlı kitabını yazdı. Afrika'da yaptığı turla ilgili yazılarını ise "Afrika'nın Yeşil Tepeleri" adlı kitabında topladı. 1940 yılında ise en başarılı eserlerinden olan "Çanlar Kimin için Çalıyor" adlı eserini yazdı ve mesleğinde artık zirveye ulaştı. 1942'de Amerikan Deniz Kuvvetleri'ne girdi. 1944'te Fransa çıkartmasına katıldı ve de Paris'in kurtuluşuna şahit oldu.

1950'de çok da başarılı olmayan "Irmaktan Öteye ve Ağaçların İçine" adlı eserlerini yazdı. 1952'de gerçek başyapıtı olan "Yaşlı Adam ve Deniz" (The Old Man and the Sea) adlı eserini yazdı. Bu kitapta insanın yaşama nasıl bağlanması gerektiği ve de aslında insan yaşamında her şeyin boş olduğuna dair olan fikirlerini belirtti. 1953'te aynı eseri ile Pulitzer Ödülünü aldı. 1954'te ise Nobel edebiyat ödülüne layık görüldü. Hemingway çok tutkulu bir yaşamın ardından 1961 yılında Ketchum/Idaho'da kendini av tüfeği ile vurarak yaşamına son verdi.

ESERLERİ

 

İhtiyar Balıkçı ve Deniz
Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Afrika'nın Yeşil Tepeleri
Kadınsız Erkekler
Akıntı Adaları
Tehlikeli Yaz
Silahlara Veda
Güneş de Doğar
Kilimanjaro'nun Karları
Kazanana Ödül Yok
Ya Hep Ya Hiç
Paris Bir Şenliktir
Yazma Üzerine
Öğleden Sonra Ölüm


Kaynak: Wikipedia

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Aya Ayak Basan İlk Dünyalı Neil Armstrong Hayata Veda Etti

Takvimlerin 20 Temmuz 1969’u gösterdiği gece astronot Neil Armstrong aya ayak basan ilk dünyalı olmuştu. "Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adım” ifadesi dünyayı dolaştı, tarihe geçti.

Ay'a ilk ayak basan kişi olarak tüm dünyada tanınan astronot Neil Armstrong, 82 yaşında hayata veda etti.

Armstrong'un ailesi tarafından yapılan açıklamada ağustos ayı başında kalp ameliyatı geçiren astronotun bazı komplikasyonlar nedeniyle öldüğü belirtildi.

"Kartal kondu"

Tarih 20 Temmuz 1969.
Amerikan Hava ve Uzaycılık Dairesi NASA’nın Houston’daki yer kontrol merkezi uzaya ve Apollo 11‘in Eagle (kartal) adlı ay aracına sesleniyor.

Araçta Neil Armstrong, Buzz Aldrin ve Michael Collins adeta nefes kesen manevraya hazırlanıyorlar. Armstrong ve Aldrin aya ayak basacaklar.

Ama umulmadık problemler çıkıyor. Aya otomatik inişi yönetecek bilgisayar hata yapıyor.

Astronotlar ya uzay gemisine dönecek ya da ay aracını otomatik pilottan alıp kendileri kullanacaklar. Astronotlar inişi kendileri yapmaya karar veriyor. Zamanla yarış başlıyor. Küçük ay aracının yakıtı tükenmek üzere.

Houston, ’60 saniyeniz kaldı’ diyor. Dünyanın 380 000 km. uzağındaki astronotlar bir dakika sonra yakıtsız kalacaklarını anlıyorlar.

Houston henüz 30 saniye sinyalini vermişken Armstrong ve Aldrin aya yumuşak inişi başarıyorlar.

"Amerika’nın çölleri gibi"

Neil Armstrong ay yüzeyinden uzay merkezine, aracın aya indiği telsizini gönderiyor. İniş kıl payı farkla tamamlanıyor. Depoda sadece 25 saniye yetecek kadar yakıt kalmışken ay aracı manevrayı tamamlıyor.
Houston astronotlara aya adım atmadan önce bir şeyler yiyip dinlenmelerini tavsiye ediyor.

Bundan tam 40 yıl önce gerçekleşen aya inişi yarım milyar dünyalı televizyondan izliyor.
Aya ayak basan ilk insan Neil Armstrong hantal astronot kıyafetiyle ayın düzeyinde ilk ayak izini bırakırken dünyaya, ayın apayrı güzelliğinden etkilendiğini sesleniyordu: “Amerika’nın çölleri gibi. Burası çok farklı ama çok da güzel.”

Apollo 11’in ardından aya beş sefer daha yapıldı. Aya toplam on iki astronot ayak bastı. Ama Armstrong’un ‘ilkinden’ sonra ABD’nin ve dünyanın ay uçuşlarına ilgisi azaldı. Eugene Cernon 1972 yılında aya şimdilik son çıkan astronot oldu. (dw)

Kaynak: baskahaber.org

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Öğle Uykusu - Ulaş Yavuz

Akıp giden hayatın içinde kendi yalnızlığında bir adamın öyküsü Öğle Uykusu. “Başlangıçları severim” cümlesiyle başlayan kitap, Ulaş Yavuz’un ilk romanı. Belki de bir öğle uykusundaki 'rüya' gibi kahramanların hayatlarına, en çok da kitabın ana eksenindeki aşk, yazmak ve yaşamak konusundaki düşündüklerine değip geçiyor.

Uzay, Hayal, Umay ve Sonar. İsimlerinde kendilerini de yansıtan kitabın kahramanları kimi zaman aile bağları, kimi zaman yaşadıkları ilişkiler kimi zaman da tesadüfler nedeniyle birbirine bağlanıyor. Kahramanların birbiriyle ikili ilişkileri ve konuşmaları üzerinden, yan karakterlerle de desteklenerek ilerleyen roman, son dönemecinde okurun karşısında karşılaşmalar, çatışmalar ve yüzleşmeler çıkarıyor.

Okulunu bitirdikten sonra hayatını 'yazmaya' adayan Uzay, yazının peşinde tek kelime yazamadan ama daima 'yazacağım' hissiyle dolu karşımıza çıkıyor.

Hem kitabın hem de kitaptaki kadın kahramanların ana ekseninde yer alan karakter 'Uzay'. Dışarıdan neredeyse kusursuz olarak betimlenen Uzay, kendi içinse adeta hayatın içinde salınan bir yaprağa benziyor. Yazarın kitabın giriş bölümündeki okula başlama hikayesinde gibi 'neyin doğru olduğunun farkında olmamak' ruh hali içinde… Herkesi 'sevebilir' varlığı, adınca bir kapsayıcılık katıyor Uzay’a ama aynı zamanda onu tüm karakterlerden daha yalnız bırakıyor.

Uzay’ın hikayesi üzerinden yazma eylemi kitap boyu sorgulanıyor. Okulunu bitirdikten sonra hayatını 'yazmaya' adayan karakter, yazının peşinde tek kelime yazamadan ama daima 'yazacağım' hissiyle dolu karşımıza çıkıyor.

Kitapta sorgulanan tek tema 'yazmak' değil. Belki de bir 'ilk roman' olması nedeniyle yazar sorguladığı bütün kavramlara romanında yer vermeye çalışmış.

Kitaptaki en baskın konulardan biri ise aşk... Hayal’in Uzay’a, Sunar’ın Umay’a, Umay’ın Uzay’a ve daha birçoklarının birçoklarına duyduğu hisler üzerinden, aşkın bin bir hali ele alınıyor.

Yaşamak, yaşlanmak, yalnızlık, unutulmak, haklı ya da haksız olmak ve daha birçok kavram da roman boyunca karakterler üzerinden işleniyor.

Yer yer gerçeklik kurgusu içerisinde ilerleyen romanda, 'ölü adam' ise kurguya bir anda gerçek üstücülük katıyor. Okuyucu aynı hissi 'Hayat Bey'in yer aldığı sayfalarda da hissediyor. Hayal ve Sunar’ın babaları, romanda 'ölü adam' olarak karşımıza çıkıyor. 'Ölü Adam'ın sorgulamaları ve Uzay’la olan diyaloglarında ebeveynler ve çocuklar arasındaki uçurum ve bir babanın çaresizliği gözler önüne seriliyor. Çocuklarıyla yaşadıkları 'ölü adam' için nasıl etkiler bıraktıysa, yaşanılanların izleri Hayal ve Sunar’ın hayatlarında da belirgin.

Yavuz’un, kitabın mekan ve olay betimlemeleri de geniş yer tutuyor. Kimi zaman kurguya tam olarak oturan bu betimlemeler, zaman zaman fazlalık hissi de yaratıyor. Bir günde geçen kitap aynı zamanda geçmiş zamanları da karakterlerin anımsamaları üzerinden kapsıyor, bu noktada özellikle geçmiş ve gelecek zaman ve karakterlerin değişimi sırasında zaman zaman yaşanan kopukluklar okuyucuyu yorabiliyor. Bir ilk romana göre gelecek vaat eden kitap, özellikle diyalogları ve karakterlerin hissettirdiklerini okuyucuya hissettirmesi açısından başarılı ancak okuyucu kitabı kapatınca, kitabın anlatmak istedikleri daha az ve öz olarak anlatılabilirdi diye düşünmeden de edemiyor.


Kaynak: sabitfikir.com - Gözde Demirel

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Burçların Aldatma Sebepleri

Koç: Her dediğini yapmanız, size sahip olduğunu avucunda olduğunuzu düşündürmeniz, başkalarıyla ilgilendiğinizi fark ettirmeniz, kıskançlığınız, sahipleniciliğiniz, bıkması için yeterli.

Boğa: Zor ayrılır: Seksüel isteksizliğiniz, finansal güvensizlikleriniz, maddi kararlarınızın sık sık yanlış çıkması, birikim sağlamamanız, çok harcamanız , güvenliğe dönük düşünememeniz ve davranamamanız. Doğru ve dürüst olmayan tutumlarınız, ayrılmak istemesi için yeterli, gerekli ve önkoşul..

İkizler: Korumacı, sahiplenici ve kıskanç olmanız yeterli. Bir dakikada unutur.

Yengeç: Kaçarsanız kovalar, kovalarsanız kaçar. Kovalamanız, düş kırıklığına uğratmanız, incitmeniz, düşündüğü gibi biri olmadığınızı belli etmeniz, eleştirel, şefkatsiz, hırçın tavırlarınız O’nun kızgınlıklarını körükler ve anında soğumuş hisseder.

Aslan: Gururunu zedelemeniz, hatalarından bahsetmeniz, eleştirmeniz, desteklememeniz, alkışlamamanız, takdir etmemeniz çekip gitmesine sebep olur ve bir daha da kolay kolay geri dönmez.

Başak: Dikkatli, özenli, akıllı ve sevecen olmamanız yeterli. Entelektüel birikiminiz ve kültürel yeterliliğiniz de yoksa çok çabuk kaybedersiniz. Geri dönmez. Ancak kalbinizi de kırmaz.

Terazi: Modern, popüler, bakımlı, saygın, olmamanız yeterli. Nezaketini bozmamak için konuşmadan terk edecektir.

Akrep: Kontrolü ya O’na bırakmalısınız yada elinizden bir saniye bile bırakmamalısınız. Kontrolü kaybetme duygusunu yaşaması ayrılmak ve sizi acılar içinde bırakmak için yeterli.

Yay: Gezmekten hoşlanmamanız, başka kültürlere ilgi duymamanız ve akıllı biri olmadığınızı fark ettirmeniz yeterli. Buna ego katliamını da eklerseniz her zamanki hızıyla Yay uzaklaşacaktır.

Oğlak: En zor ayrılan burçtur eğer sizi yeterince benimsemişse! Ailesi hakkında olumsuz konuşmalarınız, maddi güvenliğini zora sokmanız, işinde desteklememeniz, finansal konularda savruk ve düşüncesiz davranmanız yeterli. Elbette hepsi bir arada olmak koşuluyla!

Kova: İstemediğinizi belli etmeniz, söylemeniz veya hissettirmeniz yeterli. Bunlar yoksa kısıtlamanız, hesap sormanız, müdahale etmeniz, arkadaşlıklarına karışmanız ağır sözlerle terk edilmenize rahatlıkla sebep olur.

Balık: Aldatmak için sebebe gereksinimi yoktur çünkü sebepleri her an değişebilir. Ayrılmak için de! Duygusal Dünyasını azcık sarsacak herhangi bir somut olay yeterlidir. Gerçek sebep kendi çıkarına daha uygun bir durum yakalamış olmasıdır!


Kaynak: R2D3 dergisi

23 Ağustos 2012 Perşembe

Değerim Çok Fazla

Bir konuşma sırasında adamın biri kadının birine sormuş:
-''Nasıl bir erkek arıyorsun?''

Kadın bir süre sessiz kaldıktan sonra adamın gözlerinin içine bakarak sormuş:
-''Gerçekten bilmek istiyor musun?''

... Adam biraz isteksiz, ''Evet'' demiş.

Ve kadın baslamış anlatmaya…
''Bugün ve bu yaşta bir kadın olarak, bir erkeğe onun benim için benim kendime yapabilecegimden fazla ne yapabileceğini soracak konumdayım. Kendi masraflarımı karşılayabiliyorum; bir erkeğin ya da bir başka kadının yardımına gerek duymadan evimi idare ediyorum. Böyle olunca, ''Sen masaya ne koyuyorsun?'' sorusunu sorma konumundayım."

Adam kadına bakmış. Paradan söz ettigini düşünüyormuş.

Kadın hemen bu düşünceyi düzeltmiş:
''Sözünü ettiğim, para değil. Ondan öte bir şey istiyorum. Hayatın her alanında mükemmeliyeti arayan bir erkeğe ihtiyacım var.''

Adam arkasına yaslanıp kollarını kavuşturarak kadından biraz daha açıklama istemiş.

Kadın devam etmiş:
''Kendini zihnen mükemmelleştirmeye çalışan birini istiyorum, çünkü sohbet ve zihnen uyarılma arıyorum. Basit bir adama ihtiyacım yok. Ruhen mükemmelleşmeye çalışan birini arıyorum, çünkü dengesiz bir birleşmeye ihtiyacım yok. İnananlarla inanmayanların bir araya gelmesi felakete yol açar. Bir kadın olarak yaşadıklarımı anlayacak kadar duyarlı, ayağımı sağlam basmamı sağlayacak kadar güçlü bir erkek arıyorum. Saygı duyabileceğim birini arıyorum. Ona boyun eğmem için onu saymam gerekir. Ben ona ne kadar dürüst ve açıksam, onun da bana dürüst ve açık olması gerekir. Kendi işini, hayatını yürütemeyen adama boyun eğemem. Boyun eğme konusunda sorunum yok, yeter ki buna değer biri olsun. Tanrı kadını erkeğe eş ve yardımcı olarak yaratmış. Kendine yardım edemeyen adama ben yardım edemem.''

Kadın aklından geçenleri böyle döküverdikten sonra adama bakmış.

Adam yüzünde şaşkın bir ifadeyle oturakalmışmış:
''Çok fazla şey istiyorsun.'' demiş.

''Değerim çok fazla.'' diye yanıtlamış kadın.

21 Ağustos 2012 Salı

Bir Yıl Daha Oynasın, Hayal Kursun!


BİR YIL DAHA OYNASIN, HAYAL KURSUN!

Öncelikle sayın Başbakan'a şunu belirtmeliyim, bir ihanet veyahut gaflet, dalalet ya da hıyanet içinde değilim. 66 aylık çocukların ilkokula başlamasıyla ilgili çok net, çarpıcı, kişisel, kah gülünç, kah trajik, güldürürken düşündüren bir tecrübem var, onu aktaracağım.

Ben, 66 ayını doldurup okula başlayan bir mağdurum. 70'li yıllarda Türkiye'de durum böyle d
eğildi biliyorsunuz. En bilinçli, en kaloriferli ailelerin çocukları en az 72 ayı doldurduktan sonra okula başlardı. Diğerlerininki Allah'a emanet, mecbur kalındığında veya ailenin ne zaman durumu olursa.

Ama işte o kaloriferli ailelerden birinin çocuğu olduğumdan, eş dost, komşular, tutturdu "Bu çocuk üstün zekalı, bir yıl erken okula gönderin," diye. Üstün zekalı mıydım? Hiç sanmam. Kendinden 13 yaş büyük abla ve 15 yaş büyük abiyle, ilgi alaka bolluğunda, "Hadi kızım bir de şu marifetini göster," bolluğunda yaşayan çokbilmişin tekiydim büyük ihtimalle.

OKUYAMIYORUM, YAZAMIYORUM, ANLAMIYORUM!

Ama annemler ikna oldu. Boşu boşuna apartman dairesinde bir yıl daha oturup bebek oynamasın, erkenden okula başlatalım dediler. Çok üstün ve eşi benzeri görülmemiş zekama çok da güvendikleri için, sağ olsunlar, bir de yaz tatilini uzatıp, okullar açıldıktan iki hafta sonra, beni birinci sınıfa kaydettiler.

Dikkatinizi çekerim, 11 Mart doğumlu bir sabi olarak, okulların açıldığı eylül ayında tam tamına 66 ayımı doldururken, eğitim hayatıma başladım.

Allah'ım kabusun büyüğü!
Okuyamıyorum, yazamıyorum, anlamıyorum, berbat! Fişler diyorlar, heceler diyorlar, sanki "Doomo arigato gozaimasu" diyorlar! Sanki ortamda Japonca konuşuluyor ve benden başka bütün sınıf Tokyo doğumlu!

Aylar geçti, ben bir "Bugün bayram," yazamadım arkadaş! Ablam iki saat uğraşıyor: "Bugnü beyrm". Abim üç saat ter döküyor: "Buguni byram"! (2012'ye geldik, hala ailede bayramları "Buguni byram" şakası yapılır!) Babam "Benim üçüncü çocuk acaba aptal mı çıktı" diye darlarda! Ezikliğim had safhada. Bazen aklıma esiyor, derste tahtaya gidip renkli tebeşirlerden resim yapıyorum, öğretmen "Hayırdır, delirdin mi, niye kalktın?" diyor. Bugün bayram'ı bırak, niye yerimde oturmam lazım onu bile anlamıyorum!

Şubat tatili geldi. Ankara'ya, eğitimci olan amcamı ziyarete gittik. Babam dert yandı: "Böyle böyle, yapamıyor, okuyamıyor" diye. Amcam şaşırdı, dedi ki "Yapamaz tabii, niye erkenden okula verdiniz? Daha beş yaşında, hazır değil, oyun oynaması lazım!"
Bunun üzerine, olması gereken yaşta gönderilmek üzere, okuldan alındım.

SANKİ BİRİ, BEYNİMDEKİ BİR ŞALTERİ KALDIRDI!

Sevgili veliler, öğrenciler, değerli okuyucular, şu minimum 72 ay kuralı var ya, onu hangi pedagoglar, hangi eğitimciler çıkarttıysa alınlarından öpmek lazım, bu işi biliyorlar. Yemin ediyorum, mart ayının sonu geldi ve abim yağmurlu ve sıkıcı bir öğle, aylarca "Bugün bayram" yazamayan bana, bir günde bana okuma yazma öğretti! Buharlanmış cama harfleri yazdı, hepsinin ses olduğunu söyledi, "Birleşince kelimeler çıkıyor," dedi ve akşam annemler alışverişten döndüklerinde, söyledikleri her şeyi yazabiliyor, yavaş da olsa gazetede yazılan her şeyi okuyabiliyordum. Çok tuhaf, ama sanki zamanı geldi ve biri beynimdeki bir şalteri kaldırdı!
Ertesi eylülde, yani artık 78 aylıkken, altı yaşını bitirmiş halimle birinci sınıfa başladığım gün, okula çantamda kitapla gittim, sıkılmayayım diye! İlkokul süresince hep sınıf birincilerinden oldum, sonraki aşamalarda da eğitimle ilgili hiçbir problemim olmadı. Belki şimdiki çocuklar çok bi harikadır. Belki de ben azıcık gerzektim. Ama ilkokula altı yaşını doldurup gitmek, inanın hayatımda hiçbir kayba sebep olmadı.

BİR YIL DAHA OYNASIN, HAYAL KURSUN!

66 ay mı, bir yıl sonra mı tartışması benim için kişisel olarak denenmiş, sonuçları görülmüş bir hikayedir.

Hayatımda kendimi başarısız, aptal ve ezik hissettiğim tek dönemdir o 66 aylıkken yaşadığım dört ay! Devam etseydim ne olurdu? Bilmem. Belki hep başarısız bir öğrenci olarak hayat boyu topal sakat yürüyecektim. Belki okulun ikinci dönemi kendime gelip açığı kapatmaya çalışacaktım.
Ama bir yıl sonra, altı yaşında başladım okula, ne kaybettim? Bence hiç.

Göndermeyin arkadaş! Bir sene daha oynasın, hayal kursun, resim yapsın!Gidip zorlanacağına, daralacağına, kendini başarısız, salak, ezik hissedeceğine, bir yıl sonra gidiversin.
En kötü, benimki gibi bir hayatı olur işte!

Gülse Birsel

19 Ağustos 2012 Pazar

Paradigma (Değerler Dizisi) Nedir?

Önemli bir toplantıda cep telefonuyla bağıra bağıra konuşan bir kişi garibinize gidiyorsa, paradigmanızı değiştirmeden onu değerlendirdiğiniz için, siz yanılıyorsunuzdur.

 

Örnekler:

Trende giderken, bir baba, 3 evladıyla oturup, sürekli ağlayan çocuklarına hiç, susun, demeden yolculuğa devam ettiğinde ; siz ona ne gamsız adam, diyebilirsiniz. Ama sorsanız, belki de onlar hastaneden geliyorlardır ve bir saat önce çocukların anneleri ölmüştür ve eve dönüyorlardır.


Prof. Stephen R. Covey’in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan 2 kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görerek, çok öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna, şunların kafasına çantamı indiresim geliyor, demiş. Oğlu; “anne o adam Finlandiyalı, burada simultane tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk” demiş.



Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalmış. Bir ara bakmış ki, yanındaki koltuğu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışma başlamış, adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş ve gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, ne görsün ; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında durmuyor mu? Meğer, bunca zamandır adamın kurabiyesini yiyormuş. Tabii çok utanmış ama, artık iş işten çoktan geçmiş.



Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.

Prof. Stephen R. Covey bu örnekleri ; “aynı enformasyona farklı bakış, bizim davranışlarımızı belirler” diye özetliyor. Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritası) değiştirmenin gereğini vurguluyor ve Einstein’in bir sözünü anımsatıyor:
"Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz."

Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını da yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın, bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir?

ÇÖZÜMSÜZ gibi gördüğünüz sorunlar konusunda PARADİGMA değiştirmenin önemi çok büyüktür. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…

17 Ağustos 2012 Cuma

Dante'yle İlahi Komedya'yı Tartışmak


Popüler 103 isim tabloda buluştu.

İlk bakışta biraz karışık görünse de tabloya dikkatli bakıldığında pek çok tanıdık yüze rastlamak mümkün. Uzun zamandan beri internette dolanan ancak kim ya da kimler tarafından yapıldığı bilinmeyen tablonun üç Çinli ve Tayvanlı sanatçıya ait olduğu ortaya çıktı. Dudu, Li Tiezi ve Zhang An'ın yağlı boya çalışması, ünlü İtalyan ressam Raphael'in Rönesans fresklerinden 'The School of Athens' (Atina Okulu)'ten esinlenerek yapılmış. Raphael'in Atina Okulu tablosunda filozoflar yer alıyor. Gandhi, Josef Stalin, Leonardo da Vinci, Putin, Mike Tyson, Margaret Thatcher bu tabloda yer alan ünlü 103 isimden sadece birkaçı.

Üç ressam tarafından 2006 yılında yapılan 'Discussing the Divine Comedy with Dante' (Dante'yle İlahi Komedya'yı Tartışmak) başlığını taşıyan bu tablo büyük beğeni topladı.

Aşağıdaki linkte verilen resmin büyük hali ile öğrenmek istediğiniz kişinin üstüne tıklayarak ünlüleri daha yakından tanıyabilirisiniz.

http://cliptank.com/history-painting-famous-answers.html

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Müşfik Kenter yaşama veda etti


Bir süredir akciğer kanseri nedeniyle tedavi gören usta tiyatro sanatçısı Müşfik Kenter yaşama veda etti...



Usta tiyatro oyuncusu Müşfik Kenter bugün saat 16:30 sularında yaşamını yitirdi. Kenter bir süredir yoğun bakımda tedavi görüyordu. Akciğer kanseri ve buna bağlı gelişen akciğer enfeksiyonu nedeniyle tedavi altına alınmıştı.

Sahnede bir hayat


1932 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Müşfik Kenter, 1947'de Ankara Devlet Tiyatrosu Çocuk bölümünde tiyatroya başladı. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde eğitim gördü; okulu 1955 yılında yüksek derece ile bitirdi ve devlet tiyatrosuna girdi. Sanat yaşamı, devlet tiyatrosunda oynadığı Oğuz Atay oyunu ile başladı.

Kenter, 1959 yılında Devlet Tiyatrosu'ndan ayrıldı ve İstanbul'a giderek kardeşi Yıldız Kenter ile beraber Muhsin Ertuğrul ile çalıştı. Birlikte Küçük Sahne'de oyunlar sergilediler. Şükran Güngör ve Kamuran Yüce ile bu dönemde biraraya geldiler ve dörtlü olarak birlikte uzun yıllar tiyatro yaptılar.

Kenter Tiyatrosu


1960-1961 yılları arasında Site Tiyatrosu'nu kurdular. 1962'de adını Kent Oyuncuları olarak değiştirdiler. İki kardeş ve Şükran Güngör, 1968'de İstanbul'da Kenter Tiyatrosu'nun binasının inşaatını tamamladılar.

İngiliz Kültür Heyeti ve Rockefeller'den burslar alarak Amerika ve İngiltere'de tiyatro araştırmaları yapan ve incelemelerde bulunan Kenter, İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya, Yugoslavya, Kıbrıs gibi bir çok ülkede oyunlar sergiledi.

Murathan Mungan'ın Orhan Veli şiirlerinden düzenlediği Bir Garip Orhan Veli isimli tiyatro oyunu 25 sene sergilendi.

Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı`ndan emekli olduktan sonra, Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Başkanlığı'nı ve Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği görevlerinde bulundu.

Unutulmaz filmler


Sanatçı, tiyatro oyunculuğunun yanı sıra sinema oyunculuğu da yaptı. Sevmek Zamanı, Üç Arkadaş, Seni Kalbime Gömdüm gibi unutulmaz filmlerde rol aldı. Kenter, 1966 yılında Antalya Film Festivali'nde, 'Bozuk Düzen' filmiyle 'En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu' ödülünü kazandı.


Dişi Kurt (1960)

Sessiz Harp (1961)

Dişi Örümcek (1964)

Murtaza (1965)

Şetanın Kurbanları (1965)

Sevmek Zamanı (1965)

Bozuk Düzen (1966)

O Kadın (1966)

Üç Arkadaş (1971)

Seni Kalbime Gömdüm (1982)

Hayallerim Aşkım ve Sen (1987)

Rumuz Goncagül (1987)

Piano Piano Bacaksız (1990) (sesiyle)

Lebewohl, Fremde (1991)

Moon Time (1994)

Dar Alanda Kısa Paslasmalar (2000)


Yerli, yabancı TV filmlerinde, belgesel ve reklamlarda seslendirme yaptı. En unutulmazlarından biri de 'Alf'teki seslendirmesiydi.


Kaynak: Ntvmsnbc.com

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Dior - Addict



Bütün dünyada “Dior Addict Fırtınası” baş döndürücü bir hızla esiyor ve Dior bağımlılığı her geçen gün daha da artıyor.

Marka: Christian Dior

Yaratılış Yılı: 2002

Koku Ailesi :Oryantal

Kalbi: Nemli Jamaika ormanlarında yılda bir gece açma süresiyle sıra dışı bir çiçek olan Gece Kraliçesi Çiçeği. Portakal çiçeğinin yaydığı sıcaklığın etrafına sarılmış Gül ve Yasemin.

Üst notalar: Mandalina yaprağı, İpek ağacı yaprağı

Orta notalar: Bulgar gülü, Yasemin, Portakal çiçeği

Alt notalar: Burbon Vanilyası, Tonka fasulyesi ve Sandal Ağacı

Kişiliği: Dior Addict, egoist ve metafizik duyguların açığa çıktığı, en kadınsı yanların, uçlardaki duyguların, fiziksel hayranlığın ve sonsuz Dior zerafetinin buluştuğu bir parfüm. Addict, tutkulu, sezgileri güçlü, zorlamalara karşı gelen, iç güdülerine kulak veren, çaresizliğe asla düşmeyen ve yeni deneyimler arayan kadınlara…

Şişesi: Arzu ve heyecan uyandıran yepyeni bir eşya gibi: gizemli, parlak, göz alıcı ve yenilikçi.



Şehvet, ateşli ve tutkulu kadının kokusu Dior Addict muhteşem bir evrenin kapısını aralıyor.
Dior Addict bir ruh halidir.
Şehvetine ve seksapeline tam güveni olan ve zevkten başka kavram tanımayan kadının kokusudur.
Tüm fantezilere açık gizli bir dünya, Dior’un kadınlara sunduğu, bir baştan çıkarma dünyasıdır.
Dior Addict zevke bir yolculuktur.
Bu koku hislerle ilgilense de öncelikle heyecandan bahsetmektedir.
Sanal dünyadan uzak, fiziksel ve elektriksel bir deneyim.
Orijinal bir zevk, damarlarda gezinen bir adrenalin şoku, mutluluğun sonsuz geri dönüşü gibi çarpıcı, başınızı döndürüp sizi zevklendirecek bir titreme gibi.
Dior Addict bizi bir enerji dünyasına davet ediyor.
Kadınların Dior modasında bulabileceği pozitif ve dinamik bir enerji.
Her kalp atışı gibi bağımsızlığın bir bildirgesi, kazanılmış özgürlüğün vaadi gibi hareketli ve sürekli değişen bir enerji.
Bu koku zevke bir adak, son yılların soğukluğuna ve isteksizliğine karşı bir beyanattır.
Çünkü bugünün kadını her şeyden önce kendini keyiflendirmek istemektedir.
Hissettiği her şey, hayattan aldığı her şey, her zaman yeni bir zevke dönüşmektedir.
Zevk bir tutkudur.
Dior burada sıra dışı bir kadınlık, büyük ekstrem ve yakıcı bir şehvet ortaya çıkarmaktadır.
Vücudun, baştan çıkarmanın ve arzuların tümüyle ifade edilebileceği bir dünya.
Her kadının, kişiliğinin en cesur ve en seksi boyutlarını özgürce ve tümüyle ifade edebileceği bir dünya.


Moda dünyasının aykırı tasarımcısı, modaya yön veren, trend yaratan haşarı çocuğu John Galliano, Dior ruhunu Dior Addict’in görsel tasarımına aynı ustalıkla taşıyor.
Her zamanki gibi özgür ve çok güzel.
Bu muhteşem kokunun temelinde duyarlı, çiçeksi, oryantal ve zevk dolu titreşimler yatıyor.
Nemli Jameika ormanlarında yılda sadece bir gece açan “Gece Kraliçesi Çiçeği” ve saf burbon vanilyası Dior Addict’in kalbini oluşturuyor.
Dior Addict’in önemli bileşenleri arasındaki mandalina ağacı, mimoza çiçeği, gül, yasemin ve sandal ağacı bu olağanüstü güzelliği daha da zenginleştiriyor.


Evet, günümüzün özgürlüğüne düşkün, heyecan ve zevklerini tüm zenginliği ile yaşayan ve güzelliğine tutkun kadını, Dior Addict’te kendinden çok fazla şey buluyor.
Dior Addict ile kendini ifade etmek ve cesaretini dile getirmek çok kolaylaşıyor.
Dior Addict’e sadece dokunduğunuzda bile bu enerjiyi hissedecek ve neden satış rekorları kırdığını anlayacaksınız.
Siz de bu muhteşem dünyaya adım atın, Dior Addict ile kadınlığınızı doyasıya yaşayın.
Dior Addict ile Dior bağımlısı olun.

Dior Addict, Ateşli, Şehvetli, Tutukulu Kadının Kokusu…

10 Ağustos 2012 Cuma

Troçki'nin Türkiye Günleri

Lenin’in 1924’te ölümünün ardından Sovyetler Birliği’nde ideolojik bir ikilem başlamıştı.  Başını Lev Troçki’nin çektiği grup, devrimin tüm dünyaya yayılması için çaba gösterilmesi gerektiğini, Batılı ülkelerde devrimin teşvik edilmesi gerektiğini söyleyen “Sürekli Devrim” tezini savunuyordu.  Stalin ve yandaşları ise tam tersini düşünüyordu: Sosyalist devrim önce Sovyetler’de sağlam bir temel kazanmalı, sosyalizmin diğer kapitalist rejimleri tehdit etmediği ve onlarla bir arada var olabileceği diğer ülkelere gösterilmeliydi. Böylece Batılı ülkelerden gelebilecek tehditler engellenebilir, devrim gelişmesini daha rahat sürdürebilirdi. Kısaca önce “Tek Ülkede Sosyalizm” olmalıydı.

Ne var ki, Lenin’in ardından Stalin ile girdiği iktidar kavgasını kaybetmişti. Ve Troçki, Stalin’i dünya devriminden caymakla suçlayınca önce Aralık 1927’de XV. Kongre’de Komünist Parti üyeliğinden atıldı, ardından Kazakistan’ın Alma Ata kentine sürgüne yollandı.

Fakat Alma Ata, Troçki için geçici bir sürgün yeriydi. Çünkü Stalin’in asıl istediği, Troçki’yi Sovyet topraklarından tamamen atmak, başka bir ülkede sürgüne yollamaktı. Bu konuda birçok ülkeyle Troçki’yi kabul etmeleri için görüşme yapılmıştı ama hiçbir hükümet devrin hareketli ortamında Troçki gibi bir ismi kabul etmeye yanaşmıyordu.



Ankara’daki Sovyet Elçisi Çiçerin de Troçki’ye ülke arayanlardan biriydi. Türk Dışişleri Bakanı Aras’la defalarca konuşmuş ve sonunda Türk hükümetini razı ederek vize almayı başarmıştı. Ancak Türkiye’nin Troçki’yi kabul etmek için bazı koşulları vardı:
    Troçki'nin Büyükada'da kaldığı yalı
  • Troçki, politik bir göçmen olacaktı. Ona özel ve ayrıcalıklı işlem yapılmayacaktı.
  • Başka ülkeye gitmek isterse, serbest olacaktı.
  • Türkiye’de komünizm uğraşısı göstermeyecek, fakat istediğini yazabilecek ve bunları dışarda bastırıp yayabilecekti.
  • Troçki’ye Türkiye’de SSCB tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik önlemlerini alacaktı.
Moskova, bu koşulları kabul etti ve 23 Ocak 1929’da Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nden Troçki'ye “Sedov” adıyla vize verildi.

Leon Davitoviç Troçki, 12 Şubat 1929 Salı günü Lenin’in küçük adını taşıyan “İlyiç” vapuruyla Odesa’dan İstanbul’a gelmişti. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Leon Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardı.

Türk Basını Uyarılıyor

İçişleri Bakanlığı, aynı günlerde hem İstanbul Valiliği’ne, hem de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne iki uyarı mektubu yazmıştı. Valilikten, herhangi bir suikasta karşı önlem alınması, Basın-Yayın’dan da gazetelerin Troçki ile ilgilenmemesi isteniyordu.

O günlerde İstanbul’da Rusya’dan devrim sırasında kaçan 3-4 bin Beyaz Rus vardı. Bunlar Troçki’nin kurduğu Kızılordu’ya yenilerek ülkelerinden kaçmışlardı. Bunların ve dünyanın başka ülkelerine dağılan 200 binden fazla Beyaz Rus’un, Troçki’yi öldürmek istemesi en doğal düşünceydi.

Troçki’yi getiren İlyiç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirliyor, gemiye binen bir Türk görevli, gelenlerin pasaportlarını inceliyordu. Bu sırada Troçki’nin oğlu Lev Sedov, Türk görevliye Atatürk’e sunulmak üzere bir mektup verdi. Troçki’nin imzasını taşıyan mektup şöyleydi:
Sayın Başkan,
İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum.
Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar.
Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks’ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim.
En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan.
Leon Troçki.
İlyiç vapuru öğleden sonra Galata yolcu salonuna yanaştı. İstanbul Polis Müdürü ve Sovyet Konsolosluğu görevlileri onu karşıladılar. Troçki, Başkonsolosluğa Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne gönderilmek üzere mektup verirken, 22-23 yaşlarındaki oğlu Lev de 12 sandık eşyanın taşınmasıyla uğraşıyordu. Troçki’nin Moskova’ya gönderilmesini istediği mektubun içeriği şöyleydi:
Türk polisiyle işbirliği içindesiniz. İstanbul’da düzenlenecek bir komployla beni öldüreceksiniz. Bu olayların sorumluluğunu Merkez Komitesi üyelerinin tümüne şimdiden yüklüyorum.
Troçki, daha sonra Türk polisinin güvenlik önlemleri arasında Tünel’deki Sovyet Konsolosluğu’na gitti. Burasını herhangi bir otelden daha güvenli sayıyordu. Öyle ya, Stalin herhalde Sovyet konsolosluğunda kendisini öldürme girişiminde bulunmaya cesaret edemezdi. Türk polisi ise Rusların bir şeyler yapmasından kuşku duyduğu için Troçki’nin güvenli bir eve taşınması düşüncesindeydi. Hatta İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, konsoloslukta kaldığı sürece İstanbul Valisi’nin sık sık Troçki’yi ziyaret etmesini ve durumunu incelemesini istemişti.

1 Nisan 1929 tarihli Vakit gazetesi tüm dünyayı şok eden bir başlıkla çıkar: “Troçki Müslüman Oldu”. Bu büyük haber üzerine tüm yabancı muhabirler Tokatlıyan’a koşarlar ama Troçki’yi bulamazlar. Olay sonradan anlaşılır. Vakit gazetesinin muzip bir muhabiri tüm dünyaya 1 Nisan şakası yapmıştır.

Gelişinin ikinci günü dünya basını, büyük başlıklarla “Troçki İstanbul’da” diye yazıyor, Türk basını ise Basın Yayın’ın emrine uyarak susuyordu.

Troçki konsolosluğun konukevine yerleşmişti ve cebinde topu topu 1.500 doları vardı. Ama Troçki’nin maddi konuda güvendiği, Avrupa’daki dostları ve yazacaklarından alacağı telif ücretleriydi. Nitekim yanılmayacaktı da…

Uzun bir savaşa hazırlanırken oğlu konsolosluğa yakın kitapçılardan Alman gazeteleri almıştı. Bunlardan birinde Alman hükümetinin kendisine vize vereceği yazıyordu. Troçki vize almak için Almanya’ya telgraf çektiyse de kısa bir süre sonra Ankara’daki Alman Elçisi Nodolny, kendisine hükümetinin vize veremeyeceğini bildirecekti.

Troçki, Almanya’dan yanıt beklediği sırada durmadan yazıyor, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatıyordu. Özellikle de, “Türkiye’ye zorla sokulduğunu” öne sürüyordu.

18 Şubat’ta İstanbul Emniyet Müdürü, Sovyet Konsolosluğu’nda kendisini ziyaret etmiş ve Vali Muhittin Üstündağ’ın mektubunu vermişti Türkçe ve Fransızca yazılan mektupları aldığını ve okuduğunu bildirmesi isteniyordu. Troçki, Türkçe bilmediği için yalnız Fransızca yazılı mektubu okudu ve imzaladı. Türkçe mektubu ise almadı.

Atatürk adına kendisini yanıtlayan İstanbul Valisi Üstündağ, Türkiye’ye zorla sokulması iddiasına da değiniyor ve şöyle diyordu:
Sayın Troçki,
SSCB eski Halk Komiseri,
Cumhurbaşkanımıza sunulmak üzere bıraktığınız mektubu ait olduğu makama gönderdim.
Size aşağıdaki husustan bildirmekle görevliyim:
Sovyet hükümeti, sağlık nedeniyle ülke dışında tedaviniz gerekçesiyle Cumhuriyet Hükümeti’nden vize istemiştir. İyi ilişkiler sürdürdüğümüz dost bir devletin girişimini olumlu karşılamak, bizim yönümüzden doğaldı. Sovyetler Birliği’nden çıkış nedenlerinizi bilemeyiz. Bunları araştırmak da bizim görevimiz değildir. Mektubunuzda belirttiğiniz “zorla sokuldum” deyimi de bizimle ilgili değildir. Buradan istediğiniz bir ülkeye gitmekte serbestsiniz. Oturma sürenizi uzatmak isterseniz de Türkiye konukseverliğini sizden esirgemeyecektir. Bu konuda bütün yabancıların yararlandığı genel kuralların dışına çıkılması düşünülemez.
Polislerimiz, kalacağınız sürece güvenliğinizi sağlamak için gereken önlemleri almışlardır. Buna karşın, bir saldırı kuşkusu duyarsanız, sizi korumakla görevli polislerimize bilgi vermeniz en doğru yol olur.
Bu mektubu aldığınızı ve içeriğini öğrendiğinizi bize bildirmenizi rica ederim.
Saygılarımla.
Muhittin Üstündağ - İstanbul Valisi.
Troçki'nin Türkiye yıllarında çekilmiş bir fotoğrafı

Troçki: Ben Bir Türkofilim

Ancak dış basında çıkan yazılar Moskova’yı sinirlendirmişti. Sonuçta elçiliğe, Troçki’nin bir an önce konsolosluktan çıkartılması bildirildi. 8 Mart gece yarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarıldı ve Türk polisinin önlemleriyle Tokatlıyan Oteli’ne arka kapıdan sokularak ikinci kattaki 66-68 ve 70 numaralı odalara yerleştirildi.

Troçki Türk basınıyla ilk konuşmasını Türkiye’ye gelişinden 34 gün sonra Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Esmer’le yaptı. Bu konuşmasında bazı şeylerin altını önemle çiziyordu:
Yanlış anlaşıldım. Türk hükümetinin özgürlüklerimi kısıtladığını hiçbir zaman söylemedim. Fransız gazetelerine 6 bin sözcük tutan Rusça makaleler yazdım. Bu yazılar telgrafla çekilirken ve Fransızcaya çevrilirken büyük hatalara uğradı. Türk hükümeti bana büyük konukseverlik göstermiştir, minnettarım. Tekrar ediyorum: Türk hükümeti hiçbir biçimde özgürlüğümü kısıtlamamıştır.
Türkiye’ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu’na indim. Almanya’dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmi bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi herkesle konuşuyorum.
Türkiye’den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için… Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa çok sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur.
Troçki, masası üzerine iki kitap koymuş ve küçük kâğıtlarla bazı yerleri işaretlemişti. Bunları göstererek konuşmasını şöyle sürdürmüştü:
İşte, kitaplarımdan ikisi… Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909′da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya’da Türklere karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze’yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara’ya yolladım. Türkiye’nin bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum.
Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük önderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk’ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki, burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz.
Troçki o gün Rusya’nın iç durumunu da şöyle anlatıyordu:
Beni bazıları Sovyet karşıtı zannederler. Tersine, ben Rusya’daki hükümetin dostuyum. Yalnız şiddet ve baskıyla değil hukuk yollarıyla hükümetin iç ve dış politikasını değiştirmek istiyoruz. Biz bir parti değiliz, parti içinde azınlığız. Aramızdaki çekişme Lenin’in ölüm gününden başlıyor. Bu kişisel değil, fikir ve düşünce çatışmasıdır.
Troçki’nin Tokatlıyan’daki otel yaşamı da kısa sürdü. İngiliz-Amerikan gazetelerine yazdığı makalelerden oldukça para kazanmıştı ve sürekli kendisine daha güvenli bir eve taşınmasını söyleyen Emniyet Müdürü’nün dediğini yapıp daha güvenli ve rahat bir eve çıkabilirdi. Sonunda Şişli Bomonti Mahallesi’nde İzzet Paşa Sokak Numara 29’daki mobilyalı bir ev uygun bulundu ve Troçki 31 Mart’ta yeni yerine taşındı.
Fakat sorunlar bitmemişti. Mahalle halkı bir anda çevrelerinin polislerle ve tanımadıkları insanlarla dolmasından rahatsızlık ve korku duyduklarından kısa süre sonra şikayet yağdırmaya başlarlar. Köşkün, çevredeki evlere yakın olması nedeniyle ortaya çıkan güvenlik açığı Troçki’yi de huzursuz etmeye başladığından, korunma yönünden kolaylık sağlayacak çevresi açık yeni bir ev aranır.

Troçki Büyükada’ya Yerleşiyor

Sonuçta Büyükada İskelesi’ne oldukça yakın olan Arap İzzet Paşa Yalısı bulundu. Polis buradan Büyükada’ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebilir ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabilirdi. Troçki zorunlu olarak çıkacağı bu köşkte 1931 yılına kadar kalacaktı.

Troçki, burada tam bir çalışma yaşamına girdi. Dışardan getirttiği Troçkist sekreterlerine durmadan yazılar, dikte ettiriyordu. Bu yazılar Fransa ve Almanya’da ‘‘Bulletin Oppozitsii-Karşıt Bültenler” adıyla yayımlanıyordu. Rus halkının bundan haberi olmuyordu ama Komünist Partisi’nin önde gelenleri arasında sürekli bir tartışma konusuydu yazdıkları…

Troçki Türkiye’de iken iki de kitap yazmıştı: Hayatım (1930) ve 3 ciltlik Rus Devrimi Tarihi (1932). 
Troçki bir de tekne almıştı. Boş zamanlarının çoğunu Yunan balıkçı Haralambos ile birlikte balık tutarak değerlendiriyordu. Rusya’daki alışkanlıklarından da vazgeçememişti. Örneğin çayını sıcak olduğu için fincanın tabağına döküp öyle içmeye devam ediyordu. Köşke bir tane de doğal ıstakoz havuzu yaptırmıştı.
Yalıda bir gece beklenmedik bir yangın çıktı. Troçki bunu önce suikast girişimi sanmıştı. Ancak Bayan Troçki’nin unutkanlık sonucu açık bıraktığı şofbenin yangına neden olduğu sonra anlaşıldı. Ama Stalin’in yayımlanmasından korktuğu belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan bir koleksiyon kül olmuştu.

Geçici olarak Savoy Otel’e yerleştirilen Troçki için yeni bir ev aranmaya başlanır. Gazetelere verilen ilan sonucunda Moda semtinde Şifa Sokak’ta Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev kiralanır. Fakat Troçki, Büyükada’da geçirdiği günleri unutamamaktadır. Üstelik ev hemen sokağın yanıbaşında olduğundan yine huzursuz geceler başlamıştır. Bir gece bahçeye atlayan iki kişinin alarm zillerini çalıştırmasıyla Troçki bu evden ayrılmaya kesin karar verir. Valilik ve Emniyet’in gayretleriyle Büyükada’daki Yanaros Köşkü Troçki’nin yeni evi olarak kiralanır.

Troçki Türkiye’de bulunduğu sıralar çok az dışarı çıkmıştı. Bir kez Ayasofya’yı gezmiş, bir kez de 1932 yılında, Danimarka Sosyal Demokrat Öğrenciler Birliği’nin çağrılısı olarak Rus Devrimi’nin on beşinci yıldönümü konulu bir konferans vermek için Kopenhag’a gitmişti. Bu gezisini, vatansızlara verilen Türk pasaportuyla yapmıştı. Ancak pasaportunda, “Türk sınırları dışında başına geleceklerden Türkiye Cumhuriyeti sorumlu değildir” kaydı vardı. Çünkü Sovyet hükümeti 20 Şubat 1932’de Troçki’yi vatandaşlıktan çıkartmıştı. 27 Kasım 1932 tarihinde Kopenhag’da yapılan bu konferans, Troçki’nin tüm sürgün yaşamı boyunca kalabalık bir kitle önünde yaptığı tek konuşmaydı.

Vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra İstanbul’daki Rus Konsolosluğu da, Vali’den Troçki’nin artık Rus vatandaşı olmadığı gerekçesiyle “gösterilen ilginin kaldırılmasını” istemişti. Ancak İçişleri Bakanlığı bu öneriyi reddetti ve Türk topraklarından çıkıncaya kadar güvenlik önlemlerini kaldırmayacağını bildirdi.

Başbakan İnönü’nün Rusya’ya gidişi ve Türk-Sovyet ilişkilerindeki yeni gelişmeler Troçki’yi iyice kuşkulandırmıştı. Stalin’in Türkiye’ye baskı yapacağını ve buna Türklerin boyun eğeceğini düşünüyordu. Bu yüzden Fransa’dan vize istedi. Daladier hükümeti bu kez isteği kabul etti ama 2 yıl sonra Norveç’e geçmek zorunda kaldı. Orada da barınamadı. Sonunda Meksika’ya sığındı. Stalinciler tarafından amansızca izleniyordu.

Son 1940’ın 20 Ağustos’undaydı. O gün Stalinci bir komünist olan İspanyol asıllı Ramon Mercader tarafından Troçki'ye suikast düzenlendi. Öldüğünde 62 yaşındaydı.


Kaynak: serenti.org

9 Ağustos 2012 Perşembe

Çin'de Bir Müzik Okulu




Çin'in Huainan bölgesinde yapılan bu müzik okulu dışarıdan bakıldığında dev bir keman ve piyanoyu andırıyor. İki bina birbirine kemanın içinde yer alan merdivenle bağlanıyor.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Dunning - Kruger Sendromu

Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı? onlara bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini arttırır."

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.


Bitmedi…

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi…

Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin "kendilerine güvenleri" müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise "en alçak gönüllü" deneklerdi; soruların yüzde 70'ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

"İşinde çok iyi olduğuna" yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!

Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.

'Eksiler' kariyer açısından 'artıya' dönüşür.

Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçak gönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler…Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler… Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar…"

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kristal Gece: Yahudi Soykırımının Başlangıcı


Nazilerin muğlak Yahudi karşıtı söylemleri, 1933 başında Nazizmin iktidara gelişi sonrası hızla somutlaşmaya başladı. 1 Nisan günü Yahudi dükkanları bir günlük boykota uğradılar ve 7 Nisan 1933 tarihinde tüm Yahudi memurlar mecburi emekliliğe tabi tutuldular.

1935 yılının Eylül ayında aynı adı taşıyan kentte yapılan Parti Kongresi’nden sonra çıkarıldığı için “Nürnberg Kanunları” olarak adlandırılan kararlarla da Yahudilere yeni baskılar getirildi. Alman vatandaşları “tebaa” ve “Reich vatandaşları” olarak ikiye ayrıldı. Bu kanun çerçevesinde üç yılda bin 500 kararname çıkarılarak Yahudilerin tüm hakları ellerinden alındı. Devletten sonra yayıncılıktan, sanat uygulamalarından, bilim dünyasından ve sosyal hayatın her alanından kovuldular. Birçok şehirde ekmek almaları bile yasaklandı.

Hitler’in iktidara gelişi ile birlikte Nazi Almanya’sında yaşam alanları giderek daralan Yahudilere 1938 yılının Ağustos ayında yeni bir darbe daha vuruldu. Alman hükümeti ülkedeki yabancılarının ikamet izinlerinin iptal edildiğini açıklıyor ve yenilenmesi gerektiğini bildiriyordu. Bu durum, aslen başka ülke kökenli Almanya doğumlu Yahudileri de kapsıyordu. Ne var ki, yenileme yalnızca laftan ibaretti. İkamet izinleri yenilenmeyen ve sayıları 17.000’i bulan Polonya Yahudisi, yük vagonlarına doldurulup Polonya’ya gönderilmiş, fakat Polonya hükümeti bunları kabul etmeyeceğini açıklayıp sınırı kapattığında Almanya-Polonya sınırında çaresiz bir bekleyiş başlamıştı. Naziler yanlarında yalnızca bir valiz almalarına izin vermişlerdi: Şimdi beş parasızdılar; açlık, soğuk ve hastalık gün geçtikçe hepsini bitap düşürüyordu.

Herschel Grynszpan Polonya Yahudisi olan Herschel Grynszpan şanslıydı, çünkü Paris’te amcasının yanında kalıyordu. Fakat ailesi ne yazık ki Herschel kadar şanslı değildi! Naziler Hannover’deki dükkanlarına el koymuş, babası Zindel’le birlikte tüm ailesini bu 17.000 kişi ile birlikte yük vagonlarına doldurup Polonya’ya sürmüştü. Kız kardeşi Berta’nın Polonya sınırında sıkışıp kaldıkları sırada yazdığı mektup kendisine 3 Kasım’da ulaşmıştı. Ablası mektubunda ailesinin durumunu anlatıyordu: “Kimse bize ne olup bittiğini söylemiyor, fakat bunun bir sona gidiş olduğunu anladık. Tek kuruş paramız bile yok. Bize biraz yollayabilir misin?”

Mektup Herschel’i derinden sarsmıştı. Ailesini düşündükçe çıldıracak gibi oluyor, uykuları kaçıyordu. 7 Kasım sabahı bir revolver ile bir kutu kurşun alarak Paris’teki Alman Büyükelçiliği’ne gitti ve büyükelçi ile görüşmek istediğini söyledi. Büyükelçi Kont Johannes von Welczeck meşguldü, ne istediğini anlamak için Üçüncü Katibi Ernst von Rath’ı gönderdi.  Herschel, Rath’ı gördüğünde hiç düşünmeden tetiğe üç kez bastı ve Rath’ı karnından vurdu. İşin acı yanı, kurşunlara hedef olan Rath’ın, Yahudi karşıtı görüşleri benimsememesi nedeniyle Gestapo tarafından uzun süredir izleniyor olmasıydı…

Ernst von Rath aldığı yaralar nedeniyle 9 Kasım’da yaşamını yitirdi. Bu olay, Yahudileri tasfiye etme konusunda kesin çözüm arayan Nazilerin ekmeğine yağ sürdü. Sözde “halkın kendiliğinden tepkisi” ile 8 Kasım akşamı ufaktan başlayan saldırılar, 9-10 Kasım gecesi doruğa ulaşarak günlerce devam etti. Saldırılar sırasında o kadar çok cam kırılmıştı ki, bu olaylı gece tarihe “kırık camlar gecesi” veya “Kristal Gece – Kristallnacht” olarak geçti.

Gestapo Şefinin Talimatı

Saldırıların bir numaralı örgütçüsü SD ve Gestapo şefi Reinhard Heydrich’di. 9-10 Kasım gecesi Sicherheitspolizei (Güvenlik Polisi) ve Sturmabteilung (SA) birliklerine gönderdiği teleks mesajında, gösterilerin devamını örgütlemeleri için parti liderleri ve SS’ler ile bir araya gelmeleri talimatını vermekteydi.
Talimatta ilk olarak, Alman ve Yahudi olmayan yabancıların mallarına zarar gelmemesi konusuna dikkat çekiliyordu. Örneğin, yangınların çevreye yayılma tehlikesi varsa, sinagoglar yakılmayacaktı. Diğer bir maddede, Yahudi mallarının tahrip edileceği, fakat yağma yapılmayacağı bildiriliyordu. Çünkü bunu daha sonra devlet bizzat yapacaktı.
Polise bu kurallara uydukları takdirde göstericilere karışmama emri veriliyor; hapishanelerin zengin Yahudilerle doldurulması, genç ve sağlıklı Yahudiler için de yeni toplama kamplarının hazırlanması bildiriliyordu.
Kristal GeceSaldırılar, 9-10 Kasım gecesinin daha sonraki saatlerinde, sinagogların yakılmasıyla başladı. Kısa sürede, Berlin’deki on bir sinagogun dokuzu ateşler içerisinde kaldı, iki gün içinde, Almanya’daki sinagogların 267’si aynı akıbete uğrayacaktı. Aynı saatlerde, üniformasız çeteler Yahudi işyerlerini tahrip etmeye ve camlarını indirmeye başladılar.
Olayları izleyen Berlin’deki Times muhabiri şöyle yazıyordu:
(İlk saldırılardan sonra) …. tahrip ve yağma öğleden sonra doruğa ulaştı. Kurfürstendamm’da büyük bir kafenin tüm camları kırılmış, şişeler ortaya çıkartılarak her yere atılmaya başlanmıştı. Bu gösterinin katılımcıları Hitler Gençlik Teşkilatı’nın çok genç üyeleriydi. Bunlar tahripler sırasında gördüğüm yegane üniformalılardı… Ve tüm bunlar olup biterken ortada trafik polislerinden başka görevli yoktu.
Güvenlik kuvvetleri daha sonra faaliyete geçerek, dükkanları yıkılan Yahudileri hapishanelere ve kamplara göndermek üzere toplamaya başladı.

Heydrich’in Kristal Gece Raporu

Gestapo şefi Remhard Heydrich, 11 Kasım günü Goering’e verdiği raporda, 815 dükkanın tahrip edildiğini, 171 evin ateşe verildiğini, 119 sinagogun yakıldığını ve 76 sinagogun da tümüyle tahrip edildiğini; ayrıca 20 bin kişinin tutuklandığını ve 36 Yahudi’nin ölü bulunduğunu bildiriyordu.
Bu rapor yalnızca ilk günün bilançosuydu; olaylar duruluncaya kadar tahrip edilen işyeri sayısı kesinlikle 7 bin 500’ü aşacaktı. Ölü sayısı konusunda kaynaklarda, 91 ila 96 arasında değişen rakamlar bulunmaktaydı; toplama kamplarına gönderilmek için tutuklananların sayısı ise 30.000’i aşacaktı. Bir gün sonrasının Bakanlar Kurulu tutanaklarında, Heydrich’in şu sözleri yer alacaktı: “Yahudilerin ekonomik hayatın dışına atılmasından sonra, ana sorun olan Yahudilerin Almanya’dan atılması, henüz devam etmektedir…”
Kristal Gece’nin ardından gerçekleştirilen ve tutanakları sonraki tarihlerde bulunan bir Bakanlar Kurulu toplantısı, bir film sahnesini andırır…
Mareşal Goering toplantıya başkanlık yapmaktadır. Sigorta şirketlerini temsilen toplantıya çağrılan bir zat, sadece kırılan pencere camlarının maliyetinin beş milyon markı bulduğunu ve yükümlülüklerini yerine getirdiği taktirde, tüm sigorta şirketlerinin batacağını söyler. Heyecana kapılan Goering “Bu böyle devam edemez, bunu kaldıramayız” diye bağırır ve Heydrich’e dönerek “Bu kadar çok değeri yok edeceğine, keşke iki yüz Yahudi öldürseydin” diye sitem eder. Goering, bunu Nurnberg Mahkemesi’nde kabul edecek ve fakat “Ciddi değildi, öfke anında söylenmişti” diye savunma yapacaktır.
Bu toplantıda, Yahudilere karşı alınacak diğer tedbirler de görüşülür; Yahudilerin okullara, parklara, tiyatrolara, otellere, plajlara ve hatta Alman ormanlarına alınmaması için bir komisyon da kurulur. Goebbels ormanlar konusunu büyük bir ciddiyetle teklif edince, o sırada neşesini toplamış olan Goering “Ama onları bir ormana alalım, kendilerine benzeyen bazı hayvanlarla, mesela onlar gibi çarpık burnu olan ren geyiğiyle bir araya koyalım ve nasıl alıştıklarına bakalım” gibi espriler bile yapar.
Gerçekten de Alman sigorta şirketlerini batmaktan kurtarmak için Bakanlar Kurulu toplantısının hemen ertesinde gereken önlemler alınır. Kristal Gece’de yaşananların tek sorumlusu Yahudiler olduğuna göre Yahudiler neden oldukları bu yıkım için 1 milyar mark (bugünkü parayla yaklaşık 6 milyar dolar) ödemeliydiler! Ayrıca Alman hükümetine de “Alman halkına verilen zarar” karşılığı 6 milyon Mark manevi tazminat ödeyeceklerdi…
Toplama kampına gönderilmeyi bekleyen Yahudiler
Bu korkunç saldırılar Hitler’in onayı ile Heydrich tarafından örgütlenmiş, parti ve devlet mekanizmalarının genel katılımı ve bazılarının da göz yumması sonucunda gerçekleşmişti; toplu protestoların olmadığı da açıktır.
Her ne kadar 1933-39 arasında, yarısından biraz fazlası toplama kamplarında kalan yaklaşık 300 bin anti-faşist tutuklanmış ve binlercesi öldürülmüşse de, ırkçı politikaların Alman halkının ezici çoğunluğunun onayını aldığı, gerek tarihçilerin gerekse konuyu izleyen diğer kesimlerin kabul ettikleri bir olgudur.
Yahudi karşıtlığı 20. yüzyılın başlarında sadece Almanya’ya özgü bir tutum değildi. Fransa’da Dreyfuss Davası, Yahudi karşıtlığının yükselmesinde önemli bir köşe taşı olmuş ve bu duygular tüm Avrupa’ya yayılmıştı.
Gerçekte kapsamlı bir ideolojileri olmayan ve basit popüler propaganda temalarını kullanarak halkı peşlerine takan Naziler için anti-semitizm, savaş ve krizlerle sağduyusunu tamamen yitirmiş olan Alman halkını yönlendirebilecekleri hazır bir konu olarak önlerine gelmişti. Yahudilerin tasfiyesinden ekonomik çıkarlar elde edilmesi de umuluyordu.
Hans Frank, Nürnberg Mahkemesi’nde “Şeytan Hitler idi, hepimizi yoldan çıkardı” demişti. Fakat Üçüncü Reich’ın yüzü sadece Hitler’in değil, tüm ulusun veya ezici çoğunluğun yüzüydü. Nazi Almanyası’nın önemli araştırmacılarından Joachim Fest, ülkesinin başına gelenleri şu sözlerle anlatmıştı: “Putları yapan yaldızlı boyası olan zanaatkar değil, fakat her zaman ona tapandır”.
Kristal Gece ile birlikte Yahudilerin toplama kamplarında ve gettolarda toplandığı üçüncü büyük aşama başladı. Bu evrede Yahudiler genelde tam tecrit, ambargo ve köle işçilik düzeninin berbat koşulları nedeniyle ölüyorlardı. Kristal Gece bir anlamda Yahudi soykırımının başlangıcıdır. Nihayet 1941’den sonra gaz odaları ve fırınların kullanıldığı dördüncü kitlesel imha aşamasına geçildi.
Bu arada ilave edilmesi gereken bir başka husus da yaklaşık beş milyon Yahudi olmayan Avrupalının da imha edildiğidir ki, bunlar arasında her ülkeden direnişçiler, entelektüeller, solcular, Çingeneler, Doğu Avrupa halklarının bir bölümü ve daha birçok unsur bulunmaktaydı.
Bu süreçte Yahudilerin talihsizliklerinden birisi de hiçbir ülkenin kendilerini almaya yanaşmaması ve hatta sahip çıkmamasıydı. Verilen en sert tepki, Kristal Gece’nin ardından ABD’nin Berlin’deki büyükelçisini geri çekmesiydi, o kadar…
Bunda anti-semitizmin yaygınlığı, Almanya’nın baskısı, İngiltere’nin hesapları ve daha birçok faktör bulunmaktaydı.
Çok azı Avrupa’dan dışarı çıkabildi ve yine çok azı Araplar ile Yahudiler arasındaki dengeleri bozmak istemeyen İngilizleri aşıp Filistin’e ulaşabildi. Bir kısmı aylarca gemilerde kalıp ya torpillendi ya da çaresiz indirildikleri limanlardan tekrar yük vagonlarıyla gaz odalarına gönderildi. ABD ve İngiltere’nin katliamları bildikleri kesin olmakla birlikte, buna karşı ne yaptıkları, daha doğrusu ne yapamadıkları veya niçin yapmadıkları henüz yeterince tartışılmış ve aydınlanmış bir tarih konusu değildir. Esasen Anglosaksonlar ile İsrail arasında savaştan sonra gelişen ilişkilerin iklimi de bu konunun öne çıkartılmasına engeldir.


Kaynak: serenti.org