24 Mart 2013 Pazar

Metin Üstündağ: Dergi, sevgiliye çıkarılır

"Evlilik gibi değil, sevgili gibi bir dergi bu. Sevgilisini çok seven biri gibi, “Onun için ne yapayım, nasıl giyineyim?” diye soran biri gibi. Gizli mottomuz: Dergi sevgiliye çıkarılır."



İstanbul'da yaşayanlar iyi bilir, bir toplu taşıma aracına yetişmeye çalışırken yolunuzdan olmanız için çok ciddi bir kuvvete ihtiyacınız vardır. Mesela, çoktandır göremediğiniz ve muhtemel ki çokça süre göremeyeceğiniz bir dostunuz. Mesela, acımasızca kırılan topuğunuz. Mesela, en sevdiğiniz yazarın vitrindeki son kitabı. Ya da, durduğu raftan sizi sıcak bir dost gibi yanına çağıran bir dergi... İşte benim Ot dergisiyle tanışma hikayem de tam böyle. Derginin ilk kez yayımlandığı gün olan 14 Şubat’tan birkaç gün sonra, hızlı adımlarla vapura yetişmeye çalışıyordum ki, kendisiyle göz göze geldik Beşiktaş ışıklarındaki büfenin orada: Bir vapur kendisine feda olsun!


Birkaç gün sonra Metin Üstündağ ile söyleşiye gideceğimi öğrenmek, işte bu yüzden güzel bir sürpriz oldu. SabitFikir ofisinden pek uzak değil Penguen'in, yani Ot'un ofisi... Vardığımda beni, derginin kurucusu, Metin Üstündağ ve “Bana bir şey olsa, hiç kimseye bir şey fark ettirmeden işleri yürütür.”  dediği Penguen yazarı, Üstündağ’ın bir nevi sağ kolu Faruk Kaya karşıladı. Bu müthiş ikilinin içtenlikleri ve karşı konulamaz esprileri karşısında, benim ilk röportaj heyecanım da arada kaynadı gitti, telef oldu.


Hem çok yeni, hem de epey eski bir dost olan Ot’u, kültür sanat dergilerinin gidişatını, memleketin yüz ekşiten olaylarını, gerçek edebiyatı ve edebiyatseverliği konuştuğumuz ve bol bol güldüğümüz bir buçuk saatin sonunda da ortaya bu söyleşi çıktı. Tanrı tüm organik dergileri korusun!

Doğacan Dilcun Doğan




Sekiz ay gibi bir sürede hazırlanmış ilk sayı ve içerik çok zengin. Nasıl bir üretim sürecinden geçti Ot ve bu dolu dolu içeriği önümüzdeki sayılarda da görebilecek miyiz? Yoksa bu bir ilk sayı kıyağı mıydı?



FK: Üç sayı kesin göreceksiniz. Daha sonra ise fazlası gelecek. Hayvan ve Öküz’de de olduğu gibi, yazarların da önayak olması, içerik göndermesiyle daha da zenginleşiyor genelde.


MÜ: Örneğin; Öküz ve Hayvan’da haftalık diye başladık, ancak içerik yoğunlaşınca aylığa döndük. Bir yeşil alan, parka ufak çocukları bırakırsın, kendilerini kaybederler ya, burada da öyle oluyor. Seçme şansımız oluyor, ilk on birimiz devamlı değişiyor. Devamlı bir köşe yazarımız yok. Futboldan örnek verecek olursak; geri dörtlü, orta saha kendiliğinden değişiyor, “Bunu öteki sayıya atalım.” diyoruz. Evlilik gibi değil, sevgili gibi bir dergi bu. Sevgilisini çok seven biri gibi, “Onun için ne yapayım, nasıl giyineyim?” diye soran biri gibi. Gizli mottomuz: Dergi sevgiliye çıkarılır.





Derginin içinde popüler isimler var, siyasi isimler var… Derginin hazırlanış aşamasında nasıl karar verdiniz hepsine?


FK: Kimi isimler aklımızda vardı ama bazılarıyla da “Aaa bak, şu isim de olsa güzel olur.” dediklerimiz oldu.  Fotoğraf Altı köşemiz için Sıla vardı mesela, önümüzdeki ay farklı bir isim olacak.


MÜ: Genelde görünen değil de görünmeyen taraflarıyla ele alıyoruz kişiyi. Örneğin Birhan Keskin’in fotoğrafları var. Onun şiirlerini zaten biliyoruz, bu sefer fotoğraflarını görmek ilginç geliyor. “Tanısan seveceksin.” lafı var ya, biz biraz da tanıştırıyoruz bu kişileri işte.









Amacınız gençlere okutmak mı?


MÜ: Amacımız süper para kazanmak! Şaka bir yana, bu işin hiçbir geliri yok, vakıf işi. Kesinlikle onlara okutmak istiyoruz. Hiçbir kurum görevini yapmıyor, ne aile, ne okul… Biz bu çocuklara öncelikli olarak vicdan vermek istiyoruz. İyiyi kötüyü, haklıyı haksızı öğretecek hiçbir kurum kalmadı çünkü. Çocuk bir süre sonra sıra arkadaşını rakip olarak görüyor çünkü üniversite giriş sınavlarında hakikaten rakibi olacak. Bir de, güven yok. Kimseye güvenmiyor gençler. Bu vicdan müessesesini biraz daha ileri götürebilmek için, mesela; İhsan Oktay Anar’ın romanlarından alıntılar olan sayfaları var dergide. Oradaki bir lafa kafası takılsa, onun üzerine düşünse, biz burada amacımıza bir nebze ulaşmış oluruz.


FK: Biz derginin hızla ve hazla okunması gerektiğine inanıyoruz ve çalışmamız da o yönde. Uykusuz ve Penguen’i okuyanlar var, bir de bunun biraz daha ötesini isteyenler var. Ben de öyleydim, Leman okurken Öküz’ü keşfettim, orada daha çok yazı vardı ve ben onları merak etmiştim.





Siz farkına varan kesimdenmişsiniz. Bir de mesela, aslında daha çok okumak isteyip, bunun farkında olmayanlar için de bir farkındalık şansı doğuyor burada…


FK: Günümüzde artık her şey birkaç cümleye indirgenebiliyor. O yüzden bizim de yapmaya çalıştığımız bu. Çizgilerle İhsan Oktay Karakterleri bölümünde, çizimler ilgisini çekiyor mesela, orada aforizma gibi bir cümle görüyor ve o da aklında kalıyor. Kitabın adının olması da, o cümleden doğan merak sonucu gidip kitabı almasına sebep olabiliyor. Herkesin ilgisini çekecek bir bölüm mutlaka var bu dergide diyebiliriz. Şu sayfayı sevmedi mi, geçsin. Bir sonraki sayfada belki ilgisini çeken başka bir şey çıkacak karşısına.










İNEK ÖĞRENCİNİN DEĞİL, AKILLI VE OKULU KIRAN ÖĞRENCİLERİN DERGİSİ




Müzik projenizden de bahsedelim biraz?


FK: Müzik projesine Gevende ile başlıyoruz. Aklımızda başka gruplar, müzisyenler de var, Büyük Ev Ablukada, Babazula gibi… Çıkarttığımız sayıyı onlara götürüyoruz, okuyorlar, inceliyorlar ve akıllarında kalanlardan bir şarkı besteliyorlar. O ayki derginin bir şarkısı oluyor böylece ve bu bizim internet sitemizde yer alıyor.


MÜ: İyi bir dergi, okurken çay, kahve, sigara içme, bir şeyler üretme ve hatta sevişme isteği uyandıran dergidir. “Keşke ben de bu derginin içinde olsam.” dedirtir. Mizah dergilerinin gizli yayılması şöyle olur mesela: Adam akşam sevgilisine anlatır orada okuduğu bir şeyi, oradaki bir espriyle kadını tavlar. Gündelik hayatın içine girebiliyorsa bir dergi, olmuştur. Bir ciddi edebiyat dergisinde bunu yapmak zor.  Edebiyat, sanat bazı ağır ağabeylerin ve ablaların ilgilendiği ağır bir şey gibi algılanıyor. Biz onu değiştiriyoruz, gündelik hayatta tercih edeceğin, sıkılmadan yapacağın bir şey yaratıyoruz.


İnek öğrencilerin değil, akıllı, okulu kıran öğrencilerin dergisi Ot. Onlar iyi ama okul sistemi kötü, o yüzden Sarıyer’e börek yemeye gidiyorlar mesela. Mizah dergilerini de ben böyle tanımlıyorum, ben de böyle başladım Gırgır’a. Önce aile suçlu hissettiriyor ama… Ben istediğim şeyi yapmam sayesinde, Sait Faik’i Burgazada’da, hep gittiği meyhanede, Orhan Veli’yi Rumelihisarı’nda görebildim.






Peki ofiste nasıl bir çalışma ortamınız var? Ne yer ne içersiniz?


FK: Dergideki “Otlarken” bölümü bizim ofis muhabbetlerimizin derlemesinden oluşuyor. Dergi ve gazete çıkaranlar özellikle bunu iyi anlıyorlar. Toplanıyoruz, notlar alınıyor, hemen birileri aranıyor ama ertesi gün geliyoruz, o notlara bakıyoruz ve çoğu konuşulanları hatırlamıyoruz bile. Toplantılarda 10 kişiye yakın oluyoruz, yeri geliyor pizza da söylüyoruz yeri geliyor bakkaldan ekmek arası kaşar da alıyoruz. Bir de Seyit Ali Aral faktörü var tabii, Penguen’deki Deli Mutfağı yazılarından bilenler bilir; en ilginç çorbaları yemekleri yapıp, füze benzeri özel çelik termoslarıyla getiriyor. Hatırladığım kadarıyla, en son ananaslı bir şeyler yemiştik yine...




MÜ: Beyin fırtınasından öte bir şey yapıyoruz toplantılarda. Bir dergi yaparken en sevdiğim şey, eski okurların sonra burada yazar olabilmeleri.


FK: Grafikerimizle birlikte sayfaları hazırlıyorum. En son, Metin Abi’nin yazıların başına oturup, son bir gözden geçirdiği bölüm var. Sil baştan yeniden yaptığımız sayfalar da oluyor, “hiç dokunma şahane olmuş” dediklerimiz de. Ve nihayetinde hazır oluyor dergimiz.


MÜ: Ben sadece sahaya çıkacak 11’i belirliyorum. Sayfaları önüme koyuyorum, okurken nasıl bir ruh haliyle okursun diye düşünerek ayarlıyorum hepsini. Ve seçtiğimiz yazıların özellikle bir anlamı olması gerekmiyor, örneğin Didem Madak yazısı, şairin ölüm yıldönümü veya başka bir özel zaman dilimi olduğu için konulmadı.


Mesela Penguen’e pazartesiden pazartesiye geliyoruz, dergiyle ilgili hiçbir şey konuşmuyoruz. Gündem hazırlanıyor daha sonra, Türkiye’de neler olup bitiyor, hepsini gözden geçiriyoruz. Tüm sevimsiz haberlere bakıyoruz, yani Pazartesi Sendromu denilen şey hakikaten burada yaşanıyor. Haftalık dergide bu böyle…  Aylık dergide ise bambaşka.  Bir ahali şeklinde çalışıyoruz, iş ciddi ama biz eğlenerek çalışıyoruz. Sohbetimiz muhabbetimiz eksik olmuyor, ama bir yandan da dergi ortaya çıkıyor.





Hayvan neden kapandı? Bu dergide, buna karşı bir önlem aldınız mı?


MÜ: Muhasebe ile ilgili bir şeydi, bizimle ilgisi yoktu. Bu nedenle kapandı Hayvan. Öküz ise, tirajının çok yüksek olduğu bir dönemde, ilk defa bir dergi “Eyvallah, yeni bir dergide görüşmek üzere.” diyerek bir ara verdi. Hiçbir zaman “Satmıyor.” diyemeyiz, okura saygısızlık olur bu. İşin muhasebe bölümüne kafa yoramadığımız için arada bir bazı kötü sürprizler gelebiliyor işte başımıza, ama biz de işin o kısmına takılmak istemiyoruz. Üreten insanın, bunları bilince mutsuz olacağına inanıyorum.










“Organik kültür sanat dergisi” nedir? Kültür sanat dergisinin organik olmayanı nasıldır?


MÜ: Ota hormon gerekmez, otoyolların kenarında bile çıkar, kimse onu güzelleştirmeye çalışmaz ve onunla oynamaz. Altın çilek yetiştirilir ama kimsenin aklına ot gelmez. Organik derken, kültür sanat piyasası çok masummuş gibi görünüyor ama öyle değil aslında. Ben bir kitapçıya gittiğimde ve sabun kalıbı gibi kitaplar gördüğüm zaman bir garip oluyorum.

Okuduğum, seçtiğim kitapların manav düzeninde durmasından çok, onları arayıp bulmamı bekleyen, kıyıda köşede duran kitaplar olmaları hoşuma gidiyor. Satışta, sunumda değil, içerikte bir şeyler olmasını arıyorum.

İlişkiler paketleniyor, aşklar paketleniyor, herkes birbirine paketlenmiş geliyor. Hep bir sunum halindeyiz. Ambalajı açtığında ise, gerçek, saf, organik olup olmadığını anlıyorsun. Yaralarımızı, çocukluk dönemimizde çıkarsızca nasıl gösterebiliyorsak, nasıl oyun oynayabiliyorsak safça, biz de öyle dergicilik yapmaya çalışıyoruz. Şimdi herkes birbirine “Ben senin kalbini seviyorum, ben senin aklını seviyorum.” filan diyor ya, asıl ciğer diye bir şey var. “Ciğerini bilmek.” daha güzeldir bence. Derginin adı Ciğer de olabilirdi, ama o zaman sakatatçı gibi olabilirdik!




GÜNLÜK HAYATTA CÜMLE İÇİNDE GEÇMESİDİR BİR DERGİYİ İYİ YAPAN





İlk sayıyı elinize alıp baktığınızda “Vay, bu çok güzel oldu!” ya da “Keşke bunu bu şekilde yapmasaydık.” dediğiniz yerler oldu mu? Eleştirecek şeyler buldunuz mu?


FK: Ufak tefek teknik hatalar olabiliyor gözümüze batan. Bunlar da, dergi çıkaranın takıldığı ama okurun takılmadığı noktalar oluyor genelde.


MÜ: Bizim için önemli olan, derginin gündelik hayata girebilmesi. Sevgiline orada okuduğun bir şeyi anlatıyorsan günün sonunda, günlük hayatına sokuyorsan, o dergi olmuştur diyebiliriz. Hep şöyle derler “Bizi anlamıyorlar, bizi okumuyorlar.” Türkiye’de neden okunmuyor diyorlar, bir de suçu okura atıyorlar. Spor gazeteleri ulaşıyorsa okura, bunu nasıl beceriyorlar? Gereksiz bir elitistlik bu, edebiyat algısının yanlış olmasıyla ilgili tamamen. Maskelerle edebiyat yapmadığımızda çok daha mutlu olacağımızı düşünüyorum.





Uzun yıllardır yazıp, çiziyorsunuz. Hiç isyan edip, “Tamam, ben güneye yerleşiyorum!” dediğiniz olmuyor mu?


MÜ: Aksine, güneye bile gitsem, orada da bir şeyler yaparım. Hiç başıma gelmedi bu. 13 yaşımda başladığım için bu işe, başka bir şey bilmiyorum. Bir tarafım hep mizahla düşünüyor, iş gibi görmüyorum bunu. Öbür tarafa gitsem dahi, bu defa “Cennette huriler teklif ediyormuş!” diye düşünürüm herhalde!



Siz kimleri okumayı seviyorsunuz, geçmişinizde “Beni çok değiştirdi,” diyebileceğiniz yazarlar, şairler var mıdır?


MÜ: Çok güzel bir soru bu. Kitaplar değil de, dergiler var; Gırgır mesela. Dostoyevski, Orhan Veli, Sait Faik, Tezer Özlü, maskesiz yazarlar… Gençliğimde, serseri zamanlarımda, yazarların hep takım elbiseli, kravatlı, döpiyesli, ciddi ve sıkıcı insanlar olduklarını zannederdim. Bir gün Dostoyevski’nin hayat hikayesini okudum ve rahatladım. Kumarbaz, karısını aldatmış, idamdan dönmüş…  Sonra bir baktım ki bize yazarları hep yanlış anlatıyorlar. Bir insanı defolarıyla, parazitleriyle, arızalarıyla sevmeyi öğrendim ve böyle yazarlar benim sevdiğim yazarlar oldu.

Kaynak: sabitfikir.com

23 Mart 2013 Cumartesi

Edebiyat Uyarlamaları Haftası


Iron Maiden 26 Temmuz'da İstanbul'da İnönü Stadyumunda


Ünlü İngiliz heavy metal grubu Iron Maiden, 2011'de verdiği konserin ardından bir kez daha konser için ülkemizi ziyarete geliyor.

Pozitif Live organizasyonu olarak 26 Temmuz'da Beşiktaş İnönü Stadyumu'nda sahne alacak olan grubun biletleri ise, 25 Mart tarihinden itibaren Biletix'te satışa sunulacak.

Bu arada grup, konser tarihini hem kendi resmi web sitesinden duyurdu hem de Twitter'da hayranlarıyla paylaştı.

19 Mart 2013 Salı

Matteo Civaschi İmzalı Pictogram Film Afişleri

Tasarımcı Matteo Civaschi imzalı pictogram afişler, Oscar filmlerini ‘kısaca’ özetliyor.
En iyi film Oscar adayları serisi aşağıda…

AMOUR


ZERO DARK THIRTY


LIFE OF PI


LES MISERABLES 

 

LINCOLN


DJANGO UNCHAINED


ARGO



Kaynak: http://www.h-57.com/shortology/

18 Mart 2013 Pazartesi

Çanakkale Atatürk’tür, Atatürk Çanakkale’dir

Çanakkale zaferi, Türk tarihindeki zaferler içinde en çok kan dökülerek, en çok şehit verilerek kazanılmış zaferlerin başında gelir. Evet Çanakkale zaferini düşmanın üstün silahlarına, çelik kalelerine karşı canımızı, kanımızı ortaya koyarak kazandık. Kendi iç denizimiz Marmara’ya bile güvenemeden, ikmalimizi karadan binbir zorlukla yaparak kazandık. Şehitlerimizle, gazilerimizle ve nice adsız kahramanlarımızla kazandık. Bir kuşağın gürbüz gençliğini orada gömerek kazandık.


Bugün her yıl 18 Mart’ı törenlerle, gururla ama bin bir acıyla yüklü olarak kutlarız. Törenlerde hep “Biz orada 250.000 şehit verdik” denir. Çoğumuzun aklında da Çanakkale Savaşı’ndaki şehit sayısı 250.000 olarak yerleşip kalmıştır. Çanakkale Savaşı’ndaki şehit rakamı daha düşük olsa da bu durum zaferin büyüklüğüne en ufak gölge bile düşürmez. Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarına göre Çanakkale Savaşı’ndaki kayıp rakamlarımız şöyledir.

SubayErToplam
Şehit58956.49557.084
Yaralı1.01796.84797.864
Kayıp2711.15111.178
Hastaneye Gönderilen

14.000
Hava Değişimi

13.459
Hastalıktan Ölen

20.000

Zayiat Toplamı213.585


Kurtuluş Savaşı’nda en güçlü olduğumuz Büyük Taarruz öncesinde Türk ordusunun toplam mevcudunun yaklaşık 100.000, Kurtuluş Savaşı boyunca verdiğimiz şehit sayısının yaklaşık 40.000 olduğu hatırımıza gelecek olursa Çanakkale zaferinin ne denli ağır bir bedel ödenerek kazanıldığı anlaşılabilir. Kesin olmayan tahminlere göre bu rakamlara dahil olan 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk Ocakları’nda yetişmiş okur-yazarın kaybedilmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında en ağır biçimde hissedilmiştir. Zayiatın neredeyse 250 bin civarında olduğu göz önünde bulundurulursa, yaklaşık 1,5 milyon Türk’ün aile bağlarıyla bu savaştan etkilendiği görülür. Eğer bunlara akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık bağları da eklenirse, neredeyse o günkü bütün Anadolu nüfusunun Çanakkale Savaşı’yla doğrudan ilgisi bulunabilir.

Çanakkale zaferinin Türk tarihinin altın sayfalarından birisi olmasının tek nedeni elbette verilen şehit ya da zayiat sayısı değildir.


Çanakkale Savaşı sırasında Türk ulusunun karşısındaki düşman, “yedi denizin hakimi, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen ve devrin en güçlü imparatorluğu olan İngiltere ile birlikte Fransa’dır. Yani devrin en büyük güçleri. Her iki devlet de 1. Dünya Savaşı’nı bir an önce bitirmek için Mehmet Akif’in deyimiyle ufacık bir karaya tüm güçleri ile yüklenmiş, bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı:

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Osrtralya’yla beraber bakıyorsun; Kanada!
Oysa düşmanın böylesine güçlü olduğu bu savaşa, Türk ordusu en güçsüz olduğu dönemlerden birinde girmişti. Çok değil, yalnızca bir yıl önce Balkan Savaşı’nda tarihinin en acı yenilgilerinden birini yaşamış, topraklarının beşte birini kaybetmişti. Türk ulusunun tarihinin en güç dönemlerinden birini yaşadığı bu savaşa İtilaf devletleri adeta güle oynaya gelmişlerdi; Türk ordusu bu kadar güçsüzken ne kadar dayanabilirdi ki? İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan donanma, savaşın başında kendisine o kadar çok güveniyordu ki, en geç bir ay içinde Marmara’ya girerek İstanbul’u alacaklarını düşünüyorlardı. Fakat Türk’ün tükendiği, tarihi misyonunu tamamladığı, kolayca zafere ulaşılacağının düşünüldüğü sırada Mustafa Kemal adındaki biri tarih sahnesine çıkacak; Türk’ün, koşullar ne denli zor ve umutsuz görünürse çok şeyler başarabilecek güç ve inanca hâlâ sahip olduğunu, devlet çökse bile Türk ulusunun çökmeyeceğini bir kez daha dünyaya kanıtlayacaktı. İşte Çanakkale Savaşı’nın diğer bir önemi de budur. Napolyon Bonapart’ın, “Türkler öldürülebilir fakat mağlup edilemezler” sözünün anlam bulduğu yerdir Çanakkale…


Bu zaferle Türk milleti eski güç ve dinamizmini koruduğunu, “hasta adam” nitelendirmesinin yanlışlığını ortaya koymuştur. Çanakkale Savaşı’nın en önemli siyasi sonucu ise hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hazırlamış olmasıdır. Zira, İstanbul’un o sırada ele geçirilemeyip, savaşın uzaması bambaşka şartlar doğurmuştur. I. Dünya Savaşı’nın sonunda ülkenin işgale uğraması karşısında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilen mücadelenin en önemli dayanak noktası Çanakkale’nin verdiği moral güçtür.

Çanakkale aynı zamanda Osmanlı’yı ayakta tutmak, yaşatmak için öne sürülen ümmetçilik akımının iflas ettiği, Türk milliyetçiliğine dayalı uluslaşma sürecinin güçlendiği yerdir. Türk ulusu Çanakkale Savaşı’nda Halife’nin kutsal cihat çağrısına karşın karşılarında Hristiyanlarla omuz omuza çarpışan Fas, Tunus, Mısır ve Senegalli Müslüman askerleri görmüş, ümmetçiliğin artık Osmanlı’yı bir arada tutacak bir tutkal olmadığını anlamıştır.

Çanakkale Savaşı'nda Atatürk

Çanakkale Savaşı’ndan Mustafa Kemal’i Silmek

Günümüzde ilginç bir biçimde, Türk tarihinde bir inanç, cesaret ve kararlılık sembolü haline gelen Çanakkale Savaşı’ndan Atatürk’ün adını silmek, Atatürksüz bir Çanakkale Savaşı tarihi yazmak için olağanüstü bir gayret gösteriliyor. Tüm tarihi ters yüz ederek Çanakkale Savaşı’nı yeniden yazmaya çalışanların iddiasına göre Çanakkale Savaşı sırasında Atatürk’ün esamesi bile okunmuyordu. Gayr-i Resmi Yakın Tarih Ansiklopedi’nde yazanlar işin artık ne boyuta geldiğini gösteriyor: “Mustafa Kemal Çanakkale Savaşı sırasında göğsünü düşmana siper eden 1887 subaydan sadece biridir. İstiklal Harbi’nde bile vatanı kurtardığı söylenemez!


Çanakkale Savaşı’nı geçtik, artık Kurtuluş Savaşı’nda bile Mustafa Kemal’in bir rolü olmayacağını iddia edebilecek düzeyde bir tarih çarpıtması tüm çıplaklığıyla karşımızda duruyor.

Peki, onların iddiasına göre madem Atatürk’ün Çanakkale zaferinde hiçbir payı yok, bugün neden Çanakkale Savaşı denilince herkesin aklına ilk gelen isimlerden biri Atatürk oluyor? Neden Çanakkale ve Atatürk adı birbiriyle bu kadar özdeşleşmiş durumda?

Yine aynı iddia sahiplerine göre bugün Atatürk’ün Çanakkale Savaşı’nda bir kahraman gibi gösterilmesinin nedeni, Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilanı ile siyasi gücü eline geçirmesinden sonra tarihin yeniden yazılması. Demek istiyorlar ki, 1923’ten sonra Çanakkale Savaşı resmi tarihe göre yeniden yazıldı ve Atatürk Çanakkale Savaşı’nın tam ortasına bir kahraman gibi monte edildi. Çanakkale Savaşı’nda Atatürk’ü ön plana çıkaran resmi tarihtir, oysa 1923 öncesinde Çanakkale Savaşı’nda Atatürk’ün (Mustafa Kemal) adı bile geçmez. Daha insaflılarına göre ise Mustafa Kemal’in de rolü vardır ama önemli değildir, gerçek kahramanları unutturmak için abartılmıştır. Örneğin Ahmet Altan’ın, “Mustafa Kemal Çanakkale’de yarbay rütbesi ile komuta kademesinde 17. sırada olmasına karşın resmi tarih onu kahraman gibi göstermiştir” sözlerinde olduğu gibi…


Bazıları ise bırakın Atatürk’ü, Çanakkale zaferinde Türk ulusunun bile hiçbir payı olmadığını ima etmekten çekinmiyor. Tıpkı 12-19 Mart 1992 tarihli Aktüel dergisinde Mete Tuncay’ın yazdığı gibi:

Tamam, Mustafa Kemal’in Çanakkale zaferinde kısmi başarısı vardır ama zafer Mustafa Kemal’e ait değildir. Ordu Osmanlı ordusu ama (Çanakkale) zafer Almanlarındır. Çünkü savaşta zaferi komutanlara izafe etmek bir gelenektir.

Acaba gerçekten Çanakkale Savaşı’nda Atatürk’ün başarıları 1923’ten sonra resmi tarihin uydurduğu bir yalandan mı ibaret? Atatürk yalnızca sıradan bir asker miydi, zaferi kazanan Almanlar mıydı?

Oysa güneş nasıl balçıkla sıvanmazsa, Atatürk’ün olmadığı bir Çanakkale Savaşı yazmak da düşünülemez. Çünkü Atatürk adının Çanakkale zaferi ile özdeşleşmesi 1923’ten sonra olan bir olay değildir. O’nun adı daha savaş devam ederken çoktan parlamaya başlamıştır bile. Dilerseniz biz de Atatürk’ün henüz Atatürk olmadığı dönemlerin, yani diğerlerinin iddia ettikleri gibi resmi tarihi etkileyemeyeceği dönemlerin kaynaklarına bakarak ve yabancı tarihçilerin gözünden Çanakkale Savaşı’nda Atatürk’e bakalım da bu iddiaların ne kadar temelsiz ve kasıtlı olduğunu hep birlikte görelim.

Goben ve Breslav gemileri Rus limanlarını bombalayıp Osmanlı İmparatorluğu bir oldubitti ile kendini Birinci Dünya Savaşı’nda bulduğunda, Mustafa Kemal Sofya’da ateşemilititer idi. Savaşın patlak vermesi üzerine Kasım 1914’te Mustafa Kemal, Başkomutanlığa mesaj çekip Sofya’daki görevinden alınmasını ve cephede bir göreve verilmesini ister fakat isteği kabul edilmez. Mustafa Kemal vazgeçmez ve bir kez daha mektup yazarak cephede savaşmak isteğini yineleyince Başkomutan Enver Paşa tarafından, 3. Kolordu’ya bağlı olarak Tekirdağ’da kurulacak 19. Tümen Komutanlığı’na atanır. 18 Nisan 1915’te 19. Tümen, Çanakkale’ye yeni atanan Mareşal Liman von Sanders’in emrin altında 5. Ordu’nun yedeğine verildiğinde Mustafa Kemal’in Çanakkale cephesindeki görevi de başlamış olur.

Savaşın Yazgısını Değiştiren Mustafa Kemal’dir


Mustafa Kemal Çanakkale Savaşı’na katıldığında rütbesi yarbaydır, fakat yalnızca 5 hafta sonra, 1 Haziran 1915’te Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı sırasındaki rütbesi albaylığa yükseltilir.


Bazı tarihçiler üzerine basa basa “ihtiyat kuvveti” komutanı diyerek Mustafa Kemal’in rolünü küçümsemeye çalışır. Doğrudur, ihtiyat kuvvetleri komutanıdır. Fakat Mustafa Kemal, Çanakkale’de kara savaşlarının başladığı daha ilk günden (25 Nisan 1915) itibaren bilfiil savaşa dahil olur ve daha ilk günden savaşın yazgısını değiştirir.


25 Nisan 1915 sabahı Arıburnu’na çıkarma yapan düşman kuvvetleri, kendilerini durduracak yeterli kuvvet olmadığından hızla Conkbayırı’na doğru ilerlemektedir. Conkbayırı’nın düşmanın eline düşmesi ise Çanakkale’nin savunmasız duruma gelmesi, İstanbul’a giden deniz ve karayolunun düşmanın eline geçmesi ile aynı anlama geldiğinden felaketle sonuçlanacak bir durumdur.

Dakikaların bile önemli olduğu o anlarda, Mustafa Kemal 3. Kolordu Komutanlığı’na durumu anlatan bir mesaj gönderir ve mesajın yanıtını bile beklemeden inisiyatif kullanarak 57. Alay ve bir dağ bataryası ile birlikte düşmanın çıkarma yaptığı yere doğru harekete geçer. Atatürk’ün inisiyatif kullanarak, “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve komutanlar geçebilir” diyerek başlattığı taarruzla, tam düşmek üzereyken Conkbayırı kurtarıldığı gibi düşman kıyıya kadar sürülür. “On Yıllık Harbin Kadrosu” adlı kitabında, o gün kazanılan zaferin önemini İsmet Görgülü şöyle değerlendiriyor:
"Yarbay Mustafa Kemal, düşmana taarruz etmek için Ordu Komutanından gerekli izni almayı bekleseydi, düşman muharebenin ilk saatlerinde, bölgenin en hakim tepeleri olan Conkbayırı ve Kocaçimen’i ele geçirecek ve Boğaz yolunu açmış olacak, Seddülbahir’i de savunan Türk kuvvetlerini de kuzeyden kuşatmış olacaktı. Aynı zamanda düşmanın çıkarma yaptığı Arıburnu ve Seddülbahir bölgelerine, muharebenin ilk gününde müdahale edebilecek mesafede Türk birliği bulunmadığından (M. Kemal’in tümeni dışında) Mustafa Kemal’in bu tarihi müdahalesi olmasaydı Çanakkale Muharebeleri, 25 Nisan günü kaybedilebilirdi."


Şimdi birileri, “Başka komutan da olsa aynısını yapardı” diye düşünebilir. Oysa kolay kolay yapılamazdı, yapılamadı da! Düşmanın Arıburnu’na çıkarma yaptığı hayati dakikalarda Yarbay Mustafa Kemal, Kolordu Komutanı’ndan saldırmak için izin ister. Mustafa Kemal’in emrindeki 19. Tümen ihtiyat tümeni olduğundan bizzat Ordu Komutanı’nın izin vermesi gereklidir ve bu yüzden Kolordu Komutanı bir türlü karar veremez. Çünkü Mustafa Kemal’in 19. Tümeni’nin Arıburnu’na gönderilmesi durumunda diğer bölgelerde meydana gelebilecek tehlikelere karşı elde yedek kuvvet kalmayacaktır. Ordu Komutanına danışmak ister ama telefonla bağlantı kurulamayınca 40 km ötedeki Saros Bölgesi’ne doğru yola çıkar. Oysa bu en az iki saat daha gecikme demektir. Fakat düşman Kolordu Komutanının dönmesini beklemeyecektir. İşte bu durumda Mustafa Kemal inisiyatif kullanarak, Çanakkale Savaşı’nın yazgısını değiştirecek adımı atar, gelecek emri beklemeden düşmana saldırır.


Oysa inisiyatif kullanamayan, bir türlü karar veremeyip Ordu Komutanı ile görüşmeye giden Kolordu Komutanı, Balkan hezimetimizdeki ender başarılı savunmalarımızdan Yanya Savunması’nı yapan Yanyalı Esat Paşa’dan başkası değildir. Böyle bir komutanın dahi inisiyatif kullanmaktan çekindiği bir durumda, Mustafa Kemal’in tüm kariyerini riske atarak giriştiği böyle bir saldırı komutanlık ve savaş sanatının altın sayfalarından biri değil de nedir? Kaç tane subay, kolordu komutanının emrine rağmen böyle bir saldırıyı gerçekleştirme cesaretini kendinde bulabilir?

Mustafa Kemal bu büyük başarısının ardından aynı gün Arıburnu Kuvvetler Komutanlığı’na getirilir.

Tarihler 8 Ağustos 1915’i gösterirken Mustafa Kemal’i bu kez Liman von Sanders tarafından Anafartalar Grup Komutanı olarak atanmış olarak görürüz. Emrine 2, 16 ve 15. Kolordular olmak üzere tam üç kolordu verilmiştir. Atatürk’ün bu görevi, Çanakkale’den ayrılacağı 10 Aralık 1915’e kadar devam edecektir.

Burada dikkat edilmesi gerek en önemli nokta, o sırada albay rütbesinde olmasına karşın Atatürk’ün emrine verilen kuvvetlerin ordu niteliğinde bir kuvvet olmasıdır. Tüm Çanakkale Savaşı boyunca, Liman von Sanders dışında hiçbir komutan, bu kadar uzun zaman, bu kadar çok birliği ve bu kadar geniş bir alanı komuta etmemiştir. Çanakkale zaferinde Mustafa Kemal’in payı yok diyenler için bir kez daha tekrarlayalım: Liman von Sanders dışındaki hiçbir komutan Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal kadar büyük bir kuvvete komuta etmemiştir!

Şimdi, açık bir tarihi gerçek olan bu durum, resmi tarihin yalanlarından biri olarak açıklanabilir mi? Madem hiçbir rolü yok, neden Ordu düzeyindeki büyük bir güç, çok daha kıdemli üstleri olduğu halde albay rütbesindeki Mustafa Kemal’e verilmiştir?

Atatürk, Anafartalar Grup Komutanı olduktan sonra da tıpkı Arıburnu’nda olduğu gibi başarılarını tekrarlar, artık Anafartalar Kahramanı olarak anılmaya başlanır. Atatürk’ün kazandığı bu haklı ün, Başkomutanlık tarafından da dikkatle izlenmektedir. Kendisine savaş sürerken iki önemli görev teklifi yapılır. İlki, Temmuz 1915 ortasında, Trablusgarb’a ordu komutanı yetkisiyle ve Tuğgeneral (Mirliva) rütbesi ile gitmek isteyip istemediği sorulur. İkincisi ise Anafartalar Grup Komutanı iken 1915 Ekim ayı başında, Irak Ordusu Komutanlığı görevi kendisine teklif edilir.

Tüm bu teklifler, henüz zafere erişilmemişken bile Genelkurmay’ın Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’e bakış açısını gösterdiği gibi hakkının daha o zaman teslim edildiğinin en açık göstergesidir. Yani 1923’ten çok önce bile Mustafa Kemal’in Çanakkale zaferindeki haklı payı çoktan teslim edilmeye başlamıştır.

Harp Mecmuası: Büyüklüğüne Söz Bulunamayan Bir Levha-i Şehamet

Mustafa Kemal cepheden Çanakkale Savaşına komuta ederken 
Çanakkale Savaşı sürerken, asker ve sivil işbirliğinde yani yarı resmi yayın organı olan Harp Mecmuası adlı bir yayın çıkarılmaktadır. Bu yayının 1915 yılı 4. sayısında Mustafa Kemal’in Kireç Tepe’de mermi kovanlarından yapılmış bir anıtın önündeki fotoğrafı tam sayfa basılır. Fotoğrafın altındaki Mustafa Kemal değerlendirmesine bir bakalım: “Büyüklüğüne söz bulunamayan bir levha-i şehamet (Akılla yaratılan bir yiğitlik levhası).


Aslında Harp Mecmuası, Mustafa Kemal’in renkli bir fotoğrafını kapak olarak basarak yayınlamak istemiş ama Enver Paşa bu durumu öğrenip Mustafa Kemal’in fotoğrafının kapak olarak basılmasını önleyip yerine amcası Halil Paşa’nın (Kut) resmini koydurtmuştur. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’in bu denli öne çıkmasından duyduğu rahatsızlık oldukça açıktır. Keza 29 Ekim 1915′te Tasvir-i Ekfar gazetesinin de Atatürk’ün bir fotoğrafını yayınlayıp altına yazdığı satırlar Enver Paşa’nın kızmasına neden olmuş, gazetenin sahibi Yunus Nadi’ye, milletvekili olduğu için bir şey yapamadığından bazı gazete görevlilerini hapsettirirmiş ve birkaç gün gazeteyi kapattırmıştır:
Harp Mecmuası: Büyüklüğüne Söz Bulunamayan Bir Levha-i Şehamet Mustafa Kemal cepheden Çanakkale Savaşına komuta ederkenÇanakkale Savaşı sürerken, asker ve sivil işbirliğinde yani yarı resmi yayın organı olan Harp Mecmuası adlı bir yayın çıkarılmaktadır. Bu yayının 1915 yılı 4. sayısında Mustafa Kemal’in Kireç Tepe’de mermi kovanlarından yapılmış bir anıtın önündeki fotoğrafı tam sayfa basılır. Fotoğrafın altındaki Mustafa Kemal değerlendirmesine bir bakalım: “Büyüklüğüne söz bulunamayan bir levha-i şehamet (Akılla yaratılan bir yiğitlik levhası).” Aslında Harp Mecmuası, Mustafa Kemal’in renkli bir fotoğrafını kapak olarak basarak yayınlamak istemiş ama Enver Paşa bu durumu öğrenip Mustafa Kemal’in fotoğrafının kapak olarak basılmasını önleyip yerine amcası Halil Paşa’nın (Kut) resmini koydurtmuştur. Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’in bu denli öne çıkmasından duyduğu rahatsızlık oldukça açıktır. Keza 29 Ekim 1915′te Tasvir-i Ekfar gazetesinin de Atatürk’ün bir fotoğrafını yayınlayıp altına yazdığı satırlar Enver Paşa’nın kızmasına neden olmuş, gazetenin sahibi Yunus Nadi’ye, milletvekili olduğu için bir şey yapamadığından bazı gazete görevlilerini hapsettirirmiş ve birkaç gün gazeteyi kapattırmıştır:

Kaynak: http://www.serenti.org/canakkale-ataturktur-ataturk-canakkaledir/
"Çanakkale Deniz Savaşları’nda olağanüstü yararlılık gösteren, olağanüstü şeref ve şanlı muharebe yapan, boğazları, halifelik makamı olan İstanbul’u kurtaran komutanlarımızdan güçlü, hamiyetli, saygın Albay Mustafa Kemal Beyefendi."


Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e duyduğu soğukluk, Çanakkale Cephesi’ni ziyaretinde bir kez daha ortaya çıkacaktır.

Tarihlere dikkat ederseniz, 1915 yılında o dönem yaşananların bizzat tanıkları olanlar bile Mustafa Kemal’den “büyüklüğüne söz bulunamayan, İstanbul’u kurtaran komutan” diye bahsederken günümüzde Mustafa Kemal’in Çanakkale zaferinde hiçbir payı yok denilmesi biraz garip değil mi? Kime inanmak gerek şimdi: O dönemin tanıklarına mı, yoksa bir yüzyıl sonra oturduğu yerden tarih yazanlara mı?

Çok az kişinin dikkat ettiği tarihi gerçeklerden biri de “Mustafa Kemal” adının Türk şiirine ilk kez Çanakkale Savaşı ile birlikte girmiş olduğudur, yani Mustafa Kemal üzerine yazılan ilk şiir Çanakkale Savaşı’ndaki başarıları nedeniyledir.

Çanakkale’deki çarpışmalar tüm şiddetiyle sürerken Genelkurmay Başkanlığı, milli duyguları güçlendirmek için bir savaş edebiyatı kampanyası başlatır. Bu amaçla düzenlenen kampanya dahilinde sanat ve edebiyat dünyasından bir grup insan, olanları bizzat yerinde görmesi için Çanakkale Cephesi’ne götürülür.

Gruba dahil olan şairlerden biri de Mehmet Emin Yurdakul’dur. Mehmed Emin İstanbul’a döner, “Çanakkale Kahramanlarına” adadığı 1915 tarihli Ordunun Destanı adlı kitabı ile Çanakkale Muharebeleri’ni destanlaştırır. Ve şiirinin sonunda şöyle seslenir:
Ey bu güne şahit olan sarp hisarlar
Ey kahraman Mehmed Çavuş siperleri
Ey Mustafa Kemallerin aziz yeri
Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!


Göreceğiniz üzere Mustafa Kemal’in Türk şiirine girişi bile Çanakkale Savaşı ile başladığı halde Mustafa Kemal’i Çanakkale’de yok saymaya çalışmanın anlamı nedir?


1915 yılında H. Cemal adında bir subay “Ulu Cenk” adında Çanakkale Savaşı ile ilgili bir kitap kaleme alır. Bu kitap Çanakkale Savaşı hakkındaki ilk kitaplardan birisi olması nedeniyle o dönem Çanakkale Savaşı hakkında Türk insanının düşüncelerini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bakın Çanakkale Savaşı hakkında yazılan ilk kitaplardan birinde “yarının Genelkurmay Başkanı” denilen Mustafa Kemal nasıl değerlendiriliyor:
Çanakkale’ye bir zafer heykeli dikmek şerefi ile Türkler şeref kazanacaklarsa o heykelin, Çanakkale’yi kurtaran Mustafa Kemal Bey olması lazımdır. Başkası olamaz. Bu hak kimseye verilemez.
Bu satırların daha 1915’te yazıldığını tekrar hatırlatalım ve aynı kitaptan birkaç cümle daha aktaralım:
Türk askerini, yalnız bu komutan, hiçbir vakit lüzumsuz yere harcamıyor. Gerek subaylar, gerek erler Arıburnu siperlerinden söz ederken Mustafa Kemal’in adını hürmetle anıyorlar…

Sizce Mustafa Kemal’in daha 1915 yılında geleceğin Genelkurmay Başkanı olarak değerlendirilmesinde acaba Çanakkale Savaşı’nda gösterdiği başarıların azıcık da olsa payı yok mudur? Bazılarına itiraf etmek her ne kadar zor gelse de…

Çanakkale Savaşı’na ilişkin yine ilk kitaplardan biri olan Uryânîzâde Ali Vahid tarafından 1915 yılında yazılıp 1916 yılında basılan “Çanakkale Cephesi’nde Duyup Düşündüklerim” adlı kitapta bakın Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal nasıl anlatılmış:
Ertesi günü Anafartalar grubuna gitmek üzere ale’s-sabah hareket olundu. O grupta da bu heyet bir gün yaşadı ki dünyada tarif kabul etmez. İstikbal, hüsn-i kabul, mihmannüvazlık olsa da “Allah” için bu kadar olur. (…)
Bu grubun kahramanı Mustafa Kental Bey’e, bu büyük kumandana bütün İslâmlar ve müttefiklerimiz medyun-ı şükrandır. Anafartalar’ın en nazik bir zamanında Mustafa Kemal Bey’in aldığı tertibat ve tertib ettiği bir hücum sayesinde boğaz büyük bir tehlikeden kurtulmuştur.

Türk edebiyatında Mustafa Kemal (Atatürk) adının geçtiği ilk “manzum” ve “mensur” eserlerin nedense Çanakkale Savaşı hakkında olması, tüm bu yayınlarda Mustafa Kemal’den kahraman olarak söz edilmesi de sizce bir rastlantı mıdır acaba? Bu kadarı biraz fazla değil mi?

Ve yine tarihe not düşmemiz gereken bir bilgi: İlk Mustafa Kemal portresi de Anafartalar Savaşı sırasında Avusturyalı ressam Vilhelm Victor Krausz tarafından çizilmiştir.

Biraz evvel Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e karşı bir soğukluk duyduğunu yazmıştık. Bu soğukluk, Enver Paşa’nın Eylül 1915’te cepheye gelişiyle birlikte doruk noktasına çıkar. Cephenin her yerini, bütün komutanlarını ziyaret ettiği halde, bir tek Mustafa Kemal’i ziyaret etmez. Anafartalar Kahramanı bu duruma bir hayli kırılarak istifasını Limon van Sanders’e sunar. Liman von Sanders böylesine yetenekli bir komutanı kaybetmemek için istifa dilekçesini kabul etmez ve Enver Paşa’ya bir mektup yazar:
Albay Mustafa Kemal’in bir dilekçe ile hizmetten ayrılmak dileğinde olduğunu bildirmekten üzüntü duyarım.
Bu dilekçeyi destekleyemem. Çünkü Mustafa Bey’i vatanın bu büyük savaşında çok az rastlanan yetenekte, yetkili ve cesur bir subay olarak tanıdım ve takdir etmeyi öğrendim. Öyle ki, kendisine görevim icabı takdirimi ve şükranımı tekrar tekrar ifade ettim.

Limon van Sanders mektubun devamında Mustafa Kemal’in neden istifa etmek istediğini açıklamakta ve Enver Paşa’dan gereğinin yapılmasını istemektedir. Nitekim Enver Paşa kısa süre sonra Mustafa Kemal’e telgraf çekerek durumu düzeltir. Bu mektupta Liman von Sanders’in Mustafa Kemal hakkındaki düşünceleri gayet açıktır: Eşine az rastlanan yetenekte bir komutan. Liman Paşa bu değerlendirmeyi elbette Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı sırasında göstermiş olduğu başarılara dayanarak yapmaktadır. Emri altında bu kadar yetenekli bir komutan varken kaybetmek istememektedir.

II. Abdülhamit: Mustafa Kemal Bey Adında Bir Miralay…

Atatürk'ün ilk portresi


Türk halkı ellerini açmış, savaşın zaferle sonuçlanması için dua etmektedir. Çünkü bu bir ölüm kalım savaşı, Türk’ün var olma mücadelesidir. Çanakkale Savaşı’nın zaferle sona ermesi için dua edenlerden biri de Çanakkale Savaşı sırasında Selanik’te sürgünde olan II. Abdülhamit’tir. Tarihle arası iyi olanlar hemen anımsayacaklardır. 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmak için Mahmut Şevket Paşa komutasında ve Mustafa Kemal’in kurmay başkanlığında İstanbul’a gönderilen Harekat Ordusu II. Abdülhamid’i tahtından indirip Selanik’e sürgüne yollamıştır. Bakın Sultan II. Abdülhamit, kendisini tahtan indiren ordunun kurmay başkanı hakkında, İsmet Bozdağ tarafından 1975 yılında “Abdülhamid”in Hatıra Defteri” adıyla yayınlanan anılarında neler yazmış:
İşte bu sırada rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. Düşman tasını tarağını toplamış askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek Çanakkale önünden çekilip gitmişti. Bu büyük zaferi, Mustafa Kemal Bey adında bir miralay (albay) kazanmış. Allah, devletime hizmeti geçenlerden razı olsun.

Sezar’ın hakkı Sezar’a…

II. Abdülhamit bile, kendisini Osmanlı tahtından indiren ordunun kurmay başkanı olmasına karşın Mustafa Kemal’i Çanakkale zaferini kazandıran komutan olarak görüp hakkını teslim ederken, bazıları halen daha “bunlar resmi tarihin uydurmasıdır” diyerek suyu bulandırma, geçeklerinin üzerine örtme gayreti içinde geveleyip duruyor. Çünkü amaçları gerçeğe ulaşmak ya da üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.

Zaferden sonra Mustafa Kemal adı, efsanevi bir kimlik kazanmıştır. Gittiği her yerde halk tarafından büyük bir coşku ile karşılanır. 1916 yılı Ocak ayında Edirne’yi ziyaret ettiğinde kent girişinde halk sokaklara dökülmüş, kendisini beklemektedir. Orgeneral İzzettin Çalışlar, tuttuğu günlükte 28 Ocak 1916 tarihli bu karşılanışı şöyle anlatır:
… Yollar hıncahınç ahaliyle dolmuş, bütün mektepler karşılama için yerlerini almıştı. Şehir saray gibi donanmış, peş peşe zafer takları yapılmıştı. “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Bey”  yazılı levhalar asılmıştı… Edirne eşrafı, vilayet erkanı, konsoloslar hep oradaydılar… Bütün şehir, heyecan ve coşkulu sevinçle karşıladı. Çiçekler, buketler takdim ettiler. Alkışlar, her türlü nümayişler, tezahürat, her türlü tasavvurun üstündeydi…

Görüldüğü gibi Atatürk’ün şöhreti, halkın kendisine layık gördüğü unvanlar, kendisine duyulan hayranlık daha o günlerde ortaya çıkmıştır, öyle iddia edildiği gibi resmi tarihin sonradan yakıştırması değildir. Albay Mustafa Kemal ne Edirne fatihidir, ne de Edirne’yi düşmandan kurtarmıştır. Hatta fiziken Edirneliler tarafından tanınmamaktadır bile. Buna karşın halk tarafından böyle karşılanışının nedeni Çanakkale zaferindeki payıdır. Türk ulusuna yüzyıllardır hasret kaldığı büyük bir zaferin coşkusunu tekrar tattırmasıdır.

Mustafa Kemal’in haklı ünü elbette yalnızca Türkler arasında değildir. İngiliz yazışmalarında da, örneğin Amiral Cartorpe’nin Lord Curzon’a yazdığı ya da Amiral Webb’in Sir R. Graham’a yazdığı mesajlarda Mustafa Kemal’den “Çanakkale Savaşı ile bir hayli ünlenen Mustafa Kemal” diye bahsetmeleri boşuna değildir. Keza daha Kurtuluş Savaşı sürerken ünlü Fransız dergisi L’illustration 26 Şubat 1921 tarihli sayısında Mustafa Kemal’i okuyucularına şöyle tanıtmaktadır:
Kararlı, sert ama iman etmiş olan Mustafa Kemal Paşa dünyaya başkaldırmıştır. Meslekten askerdir. Çanakkale’de İngilizler karşısında kazandığı büyük zafer anılmaya değerdir.

Çanakkale Savaşı bizler için ne kadar gurur kaynağıysa, İngilizler için bir hezimet, bir utançtır. Çünkü en güçlü oldukları bir dönemde hiç ummadıkları bir tokattır. İngiliz General Aspinal Oglander’in itirafı, Çanakkale’de neden yenildikleri hakkında ufak bir ipucu veriyor görmek isteyene:
Bir Tümen Komutanı’nın üç ayrı yerde tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın, hatta bir ulusun kaderini değiştirecek yücelikte bir zafer kazandığı tarihte pek enderdir.


“Savaşın kaderini değiştiren Tümen Komutanı” olarak kimden bahsettiğini anlamışsınızdır herhalde. Nitekim aynı itirafı Kurtuluş Savaşı sonunda İngiltere Başbakanı Lloyd George İngiliz Parlamentosu’nda yapıyor, “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda ancak bir dâhi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakın ki, beklenilen o dâhi bugün Türk ulusuna nasip oldu. Elden ne gelirdi” diyor ve büyük bir sessizlik içinde kürsüden indikten sonra da başbakanlıktan istifa ediyordu.

Hiçbir güç ya da hiçbir art niyetli düşünce, Türk’ü karanlığa çekmek isteyen hiçbir akım, Atatürk’ü Türk ulusunun kalbinden, gönlünden, ruhundan ve Çanakkale Savaşı’ndan silemez, silemeyecektir de. Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal’in doğduğu yerdir. Neyse ki Atatürk’ün Çanakkale zaferindeki payını anlayabilmek için dahi olmaya gerek yok. Birazcık vicdan ve utanma duygusu bile yeter…


Kaynak: Serenti.org

13 Mart 2013 Çarşamba

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü 'İnternet Düşmanları' Raporu Yayınladı


Sınır Tanımayan Gazeteciler (STG) örgütü, internette en sıkı takip ve gözetleme yapan ülkelerin listelendiği "İnternet Düşmanları" raporunu yayınladı.

İnternet özgürlüğü ile ilgili çalışmalarıyla tanınan uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (STG) örgütü tarafından hazırlanan ve dünyada internette en sıkı takip ve gözetleme yapan ülkelerin listelendiği "İnternet Düşmanları" raporu yayınlandı.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Dünya İnternet Sansürüyle Mücadele Günü vesilesiyle yayınladığı raporda Suriye, Çin, İran, Bahreyn ve Vietnam’ın en aktif bir şekilde siber casusluk yapan ülkeler olarak ilan etti.

STG örgütü tarafından yayınlanan raporda dünyada kendi vatandaşlarına en çok takip, izleme ve gözetleme yapan ülkeler Çin, İran, Suriye, Bahreyn ve Vietnam olarak sıralanırken, ayrıca izleme işini yüklenen 5 ayrı şirketin ismi de kamuoyuna açıklandı.

Örgütün “İnternet düşmanları” raporunda, “Yaklaşık 5 milyon Suriyeli internet kullanıcısının, biri Devlet Başkanı Beşar Esad tarafından kurulan iki şirket vasıtasıyla sıkı takibat altında bulunuyor. Son zamanlarda Suriye’de 22 gazeteci ve 18 internet kullanıcısı hapsedildi.” ifadeleri yer aldı.

Raporda, ülkedeki nükleer tesislere hackerlerin saldırısını önlemek adı altında internete sıkı takibat uygulayan İran yönetiminin, devletin sıkı kontrolü atında bulunacak yerel izole bir internet ağ üzerinde çalıştığı bildiriliyor.

Raporda, “Son bir yılda İran’da 20 internet kullanıcı tutuklandı, biri de öldürüldü.” denildi.

İran'da internette 'demokrasi' yazmak takip nedeni sayılırken, halkta huzursuzluk olduğunda, internet yavaşlatılıyor, telefon bağlantıları kesintiye uğruyor.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, Çin yönetiminin kullandığı siber kontrolünün, dünyanın en güçlü ve geniş sistemi olduğunu belirtti.  "İnternet Düşmanları" raporuna göre, "Çin'de internete kimlik numarası ile giriliyor."

Raporda, “Çin, tutuklanan internet kullanıcısı sayısına göre dünya lideri. Hâlihazırda 30 gazeteci ve 69 internet kullanıcısı hapislerde.” değerlendirmede bulundu.

Kaynak: baskahaber.org

9 Mart 2013 Cumartesi

Bursa 11. Kitap Fuarı

http://www.tuyap.com.tr/webpages/bursakitapfuari/images/afis_b.jpg
Bursa Kitap Fuarı 9-17 Mart 2013 tarihleri arasında Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde kitapseverlerle buluşmaya hazırlanıyor
 
Kuruluşumuz TÜYAP Bursa Fuarcılık A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle düzenlenen Bursa 11. Kitap Fuarı, 9-17 Mart 2013 tarihleri arasında Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde kapılarını okurlara açmaya hazırlanıyor.

Bursa’da “Kitap Baharı”nı estirecek olan fuara bu yıl,  270 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu katılıyor. Dokuz gün süresince söyleşi, panel, şiir dinletisi, okuma saatleri ve çocuk etkinlikleri gibi 70 kültür etkinliği ve imza günlerinde 500 yazar okurlarıyla buluşacak.

Gülten Dayıoğlu, İlber Ortaylı, Üstün Dökmen, Ayşe Kulin, Can Dündar, Ece Temelkuran, Yekta Kopan, İpek Ongun, Enver Aysever, Canan Tan, Ahmet Ümit, Cemil Kavukçu, Necdet Neydim…ve pek çok değerli isim fuarın konukları arasında.

Bursa 11. Kitap Fuarı, 9-16 Mart 2013 tarihleri arasında 10.00-19.30, kapanış günü olan 17 Mart 2013 tarihinde ise 10.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Fuara giriş ücretsizdir.

Etkinlikler ve detaylı bilgi için: http://www.tuyap.com.tr/webpages/bursakitapfuari/index.php

Tarkan'dan 8 Mart Mesajı: Kutsalla Namus Arasında Sıkışmış Bir Erkekliğin Zorbalığı


Tarkan Tevetoğlu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle bir mesaj kaleme aldı. Mesajında, 8 Mart'ın kutlanılacak bir gün olmadığını belirten Tarkan bunun nedenlerini de sıraladı.


Tarkan'ın 8 Mart  Dünya Kadınlar Günü mesajı şöyle:

8 Mart Dünya Kadınlar Günü, aslında takvimimizin çok derin acılarla yüklü bir günüdür ve kutlanacak bir gün de değildir bence…

Anneyi, anneliği kutsal sayan bu toplumda erkekler ne yazık ki hâlâ kadınları, kızları öldürüyor! Bu çelişkiyi anlamak mümkün değil!

Bir yandan annesini, anneliği kutsuyor; diğer yandan başka annelere, anne adaylarına işkence ediyor, dövüyor. Hatta emeklerini sonuna kadar sömürüyor. Onların özgürlüğünü ellerinden alıyor.

Kutsalla namus arasında sıkışmış bir erkekliğin zorbalığı tetikleyen hastalıklı zihnidir bu…

Öyle bir erkek zihni oluşturulmuş ki, sadece kendi var oluşunu kabul ediyor; yakınlarındaki kadınlara, kendi izni ve onayı dışında var olma, gelişme, düşünme, hissetme, konuşma şansı tanımıyor... Onaylamadığı bir durumla karşılaşınca da, zihninin doğruladığı herhangi bir gerekçeye sığınıp onlara her türlü şiddeti uyguluyor, hatta öldürüyor, bazen de diri diri toprağa gömüyor…

Bu günün kutlanması için;

Erkek zulmüne uğramakta olan bütün kadınların acılarının dinmesi, ölüm ve şiddet riskinden kurtulmaları, çocuk gelinlerin kurtarılmaları ve bütün kadınların özgürleşmeleri gerekir...

Hukukun, şiddete maruz kalan kadınları daha fazla desteklemesi gerekir...

Hepimizin, kadınlara uygulanan şiddete karşı bilinçlenmesi ve sonuna kadar savaşması gerekir...

8 Mart, ancak o zaman kutlanacak bir gün olur...

8 Mart 2013 Cuma

Kadın Filmleri Haftası


Rüzgarın Hatıraları Özcan Alper


Özcan Alper’in üçüncü film projesi “Rüzgarın Hatıraları“, Cannes Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen Cinefondation, L’Atelier programına seçildi.

2005 yılından beri gerçekleştirilen L'Atelier'de genç yönetmenler ve onların projelerini, dünyadaki yapımcı ve dağıtımcılarla bir araya getirerek yeni yeteneklere dikkat çekiliyor. Başvuru yerine davetle proje seçen programa bu yıl bu yıl tüm dünyadan 15 proje seçildi. Seçilen projeler 16 -24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek Cannes Film Festivali sırasında film endüstrisinin profesyonelleri ile buluşacak.

Proje daha önce Güney Kore'de gerçekleştirilen Asya Film Marketi'ne seçilmiş, sonrasında Fransa'nın Montpellier kentinde düzenlenen Cinemed Senaryo Yarışması'nda da birincilik ödülü almış, daha sonrada Rotterdam Film Festivali'nin desteklediği Hubert Bals Fonu'ndan senaryo ve proje geliştirme desteği almıştı.

Bir sınırda geçen, aşk ve ölüm teması üzerine olan Rüzgarın Hatıraları filmi, Türkiye, Gürcistan, Almanya ve Fransa ortak yapımı olarak gerçekleştirilecek. Nar Film yapımı Rüzgarın Hatıraları'nın önümüzdeki sonbaharda çekilmesi planlanıyor.

'Rüzgarın Hatıraları' filmine Kültür Bakanlığı herhangi bir destek vermemişti.

http://www.festival-cannes.com/en/article/59616.html

http://www.cinefondation.com

5 Mart 2013 Salı

Fotoğraf Sergisi: TEK - Mustafa Seven

Fotograf paylaşım uygulaması Instagram’da dünya çapında ün kazanan ve uluslararası düzeyde 256 bin takipçisi bulunan fotograf sanatçısı Mustafa Seven İstanbul’da sergi açıyor.




Türkiye’de uzun yıllar birçok basın kuruluşunda fotoğrafçılık yapan Mustafa Seven, internet ve mobil dünyanın en popüler fotoğraf paylaşım hizmetlerinden Instagram’da çok büyük bir üne kavuştu. Günlük hayata ait anları yansıttığı kareleriyle Türkiye’de takipçi rekoru kıran, dünyanın dört bir yanında da binlerce hayrana kavuşan Seven’in fotoğrafları, aynı zamanda Twitter ve Facebook’ta da paylaşılıyor. 

Sosyal medyada küresel alanda ün kazanan ‘efsane Türk’ Mustafa Seven Fotograf Sergisi "Tek" 7 Mart'ta Galeri Eksen'de...

Fotograflarını uzun yıllar gazete ve dergilerde görmeye alıştığımız Mustafa Seven’in “Tek” isimli fotograf sergisi  yaşamın içinden farklı anları içeren  ve Seven’in fotografik dilinin ipuçlarını barındıran fotografları bir araya getiriyor. Seven’in Türkiye genelinde yapmış olduğu yolculuklarda, dost sohbetlerinde ve içine karıştığı yaşamlarda ortaya çıkan karelerin ortak yanı ise  yaşam ile kurduğu bağ. 



Mustafa Seven için fotograf karelerindeki insanlar,  yerler,  kurdukları ilişkiler onun kendi için yarattığı yaşam alanının en önemli parçaları.  Asıl hayatın sokaklarda olduğunu, fotograflarında gördüğümüz kişilerle sohbet etmekten ve onların fotograflarını çekmekten mutlu olduğunu  söyleyen Seven,  aslında hayatın  bir yolculuktan ibaret olduğunu belirtiyor.
Mustafa Seven uzun yıllar fotografın birçok alanında üretim yapmış ve bunları farklı mecralarda bizlere sunmuş bir fotografçı. Seven'in son yıllardaki yayın mecrası ise Instagram.

Instagram kullancıları arasında Türkiye’de en fazla takipçi sayısına sahip Seven’in fotografları dünyanın birçok yerindeki hayran kitlesi tarafından da takip ediliyor. Mustafa Seven’in  7 Mart'tan itibaren Nişantaşı Galeri Eksen'de izleyicilerle buluşacak "Tek" Fotograf Sergisi Seven’in son dönem çalışmalarının içinden  bir seçkiyi barındırıyor. 

Fotomuhabirliğinden reklam fotografçılığına dek geniş bir yelpazede üretim yapan Seven'in son yıllarda ticari işler dışında ürettiği ve takipçileriyle paylaştığı fotograflardan yapılan seçki aynı zamanda Instagram'da paylaşılan kare formatların kimilerinin tam kadrajlarını barındırıyor.


MUSTAFA SEVEN HAKKINDA

1974 yılında Sivas’da doğan Seven 1995 yılında Sabah Gazetesi Dergi Grubu’nda başladığı foto muhabirliğini sırasıyla Hürriyet Dergi Grubu, Gazete Pazar, Milliyet ve son olarak da fotograf editörü olarak Akşam Gazetesi’nde sürdürdü. Fotomuhabirliği yıllarından sonra 2006 yılında GİF’i (Güzel İşler Fotografhanesi)  kuran Seven çalışmalarını  reklam alanında ve özel projeler ile GİF çatısı altında yürütüyor.

Sergi 7-28 Mart 2013 tarihleri arasında Pazar günleri hariç hergün10:00-19:00 saatleri arasında gezilebilir.


KIYMETLİ HAYAT

Mustafa Seven’in fotografçılığı hakkında Ahmet Tulgar’dan katalog yazısı: Kıymetli hayat
Mustafa Seven'in bu sergideki fotoğraflarından huzur taşıyor, huzur yansıyor. Oysa Mustafa senelerce haber fotoğrafçılığı yapmış, haberin peşinden, habere koşmuştu. Öyleyse gündelik hayatın ritmini bozan, akışını dalgalandıran, gidişatını raydan çıkaran 'haber değerli' olayların senelerce sürmüş yıpratıcı takibinden sonra onun da nicedir aradığı bu olmasın zaten: Hayatın ortasında, gündelik hayatın ortalık yerinde bulunmuş tekil huzur.
Seven'in fotoğraflarındaki kadrajla vurgulanan orantı da buna işaret ediyor: Geniş uzamların merkezinde kendini nihayet ulaşılmış huzura bırakmış tekil insan. 

Seven, deklanşöre basmak için bir dalgalanma, bir sarsılma beklemiyor artık. Kıymeti huzurda buluyor. Fotoğrafının kıymeti bundan. Gündelik hayatın sıradan herhangi bir anında ve sokaktaki, açıktaki herhangi bir insanın hayatında, hayatın kıymetini saptıyor oluşundan. 

Mustafa Seven'in gündelik hayat fotoğrafları, o gündelik hayatın kıymetini vurgularken, bir yandan da tekil seyirciyi bu gündelik hayat için mücadele etme, sahip çıkma, savunma iradesine gönderiyor. "Eğer gündelik hayat bu denli kıymetli bir şeyse, bu kıymete daha fazla sahip çıkmak, bu hayatı daha iradi yaşamak gerek" diyor sanki. 


Son birkaç yıldır cep telefonlarının kameraları ile sosyal paylaşım sitelerinin birbirlerini karşılıklı tetiklemesi sonucunda insanlar, gündelik hayatlarına daha fazla vizörden bakmaya, gündelik hayatlarını daha fazla saptamaya, daha fazla kadrajlamaya, dahası elde ettikleri imajı teknolojik müdahalelerle yeniden üretmeye yöneldiler. Bu güçlü bir trend. Herkes kendi gündelik hayatının kıymetini vurguluyor artık. Bakmaya, sergilemeye değer olduğunu. Bu iyi bir şey. Herkes gündelik hayatının değeri ile daha fazla ilgili, ilgileniyor böylece çünkü. Herkes hayatının değerini artırmanın isteklisi artık. 
Mustafa Seven, 'Instagram' adlı fotoğraf paylaşım sitesinde çok geniş kitlelerle paylaştığı bir dizi fotoğrafını bu sergide özgün kadrajları ile ve büyük formatta bir kez daha sunarken, gündelik hayattan alıp yeniden ürettiği imajları teknik müdahale ve rötuşlarından arındırıp eski hallerine döndürerek kendisinin ve fotoğrafının geldiği yere, kaynağa, sokağa, gündelik hayata dönüyormuş gibi bir jest sergiliyor. 

Sadece fotoğraflardaki imajla değil, fotoğrafların üretim sürecindeki döngüsel hareket ile de bize gündelik hayatı, orada bulunabilecek kıymetli huzuru işaret ediyor. 

Mustafa Seven sokağı ve sokaktaki insanı iyi gözlemlemiş, gözlemleyen bir sanatçı. Haber fotoğrafı ile sanat fotoğrafının buluştuğu yerde duruyor ve bazen habere bazen sanata bakıyor. Tercihi artık sanattan yana olmalı. Haberin sathiliğinden sanatın derinliğine doğru. Fotoğraflarının uzamlarında derinliği özellikle vurgulaması bundan olmalı. 

Ama zaten huzur da derinlikte, değil midir?



 Kaynak: ntvmsnbc.com

3 Mart 2013 Pazar

Sinemanın Hikayesi

Sinemaya bir aşk mektubu

15 saatlik bu görkemli çalışma sinema tarihi üzerine bugüne kadar yapılmış en kapsamlı belgesel...



Ödüllü yönetmen Mark Cousins tarafından yazılıp yönetilen Sinemanın Hikayesi, dünden bugüne dünya sinemasının geçirdiği evreleri, değişimleri ve yaratıcılık sürecini ele alıyor ve izleyiciye adeta sinema tarihi kitaplarının filme çekilmiş bir versiyonunu sunuyor. 

4 kıtada sinema tarihinin 110 yılını, binlerce filmi kapsayan ve çekim süreci 6 yılı aşan bu devasa çalışma yönetmenlerin birbirlerinden ve tarih boyunca yer almış önemli olaylardan nasıl etkilendiklerini anlatıyor.
Belgesel bugüne kadar çekilmiş en muhteşem filmlere yer verirken adeta bir yol gösterici niteliği taşıyor.

Sinemanın gelişimine ithaf edilen bir “aşk mektubu” niteliğindeki bu film için Cousins, Hollywood’dan Mumbai’ye, Hitchcock’un Londra’sından Pather Panchali’nin çekildiği Hindistan kasabasına kadar sinema tarihinde önemli yer edinmiş birçok mekan geziyor. Başlangıcından yola çıkarak izleyiciyi sinemanın dev, multimilyarlık bir dijital endüstriye dönüşme serüvenine tanık ediyor.

Bu olağanüstü çalışma, Bernardo Bertolucci, Stanley Donen, Gus Van Sant, Lars Von Trier, Claire Denis, Martin Scorsese, Baz Luhrman, Alexander Sokurov, Ken Loach, Jane Campion, Abbas Kiarostami ve Claudia Cardinale gibi efsanevi sinemacılar ve aktörlerle yapılmış röportajlara da yer vererek izleyiciyi sinema dilindeki teknik ve artistik değişimlerle ilgili eşsiz bilgilerle donatıyor. 

Aklımızdaki sinema tarihi haritasını yeniden çizmenin vakti geldi. Dünya sinema tarihini bütünüyle gözler önüne seren 15 saatlik bu görkemli çalışma sinema adına koleksiyonunuzun en değerli parçası haline gelecek.



ADETA BİR SİNEMA OKULU GİBİ!
Yazan, yöneten ve anlatan: MARK COUSINS
Seslendiren: UĞUR TAŞDEMİR
Kurgu: TIMO LANGER
Yapımcı: JOHN ARCHER
Konuşmacılar: WIM WENDERS, GUS VAN SANT, LARS VON TRIER, CLAIRE DENIS, KEN LOACH, BERNARDO BERTOLUCCI, JANE CAMPION, ROY ANDERSSON , PAUL SCHRADER, ALEXANDER SOKUROV, STANLEY DONEN, TSAI MING-LIANG, ABBAS KIAROSTAMI, CLAUDIA CARDINALE VE DAHA BİRÇOKLARI… 

İçindekiler:
SİNEMANIN DOĞUŞU (1895-1920)
HOLLYWOOD RÜYASI (1920’ler)
DIŞAVURUMCULUK, İZLENİMCİLİK, GERÇEKÜSTÜCÜLÜK (1920’ler)
SİNEMADA SESİN KULLANILMAYA BAŞLAMASI (1930’lar)
SAVAŞ SONRASI SİNEMASI (1940’lar)
SEKS VE MELODRAM (1950’ler)
AVRUPA YENİ DALGASI (1960’lar)
YENİ YÖNETMENLER, YENİ BİÇİM (1960’lar)
70’Lİ YILLARIN AMERİKAN SİNEMASI
DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEK FİLMLER (1970’ler)
MULTİPLEKSLERİN VE ASYA ANA AKIM SİNEMASININ ORTAYA ÇIKIŞI (1970’ler)
İKTİDARLA KAVGA: SİNEMADA PROTESTO (1980’ler)
YENİ SINIRLAR: AFRİKA, ASYA ve LATİN AMERİKA’DA DÜNYA SİNEMASI (1990’lar)
YENİ AMERİKAN BAĞIMSIZLARI VE DİJİTAL DEVRİM (1990’lar)
BUGÜNÜN SİNEMASI VE YARIN (2000’ler) 


Bu filmi neden çekmek istedik?, Mark Cousins

70’li yıllarda, Kuzey İrlanda’daki etnik-siyasi çatışma döneminde (The Troubles) Belfast’ta ufak tefek, ürkek bir çocuk olarak büyürken sinema sığınağım oldu. Beni sakinleştirdi, farklı yerlere götürdü, içimden şarkı söyleyip dans etmemi sağladı. Biçimle beni heyecanlandırdı. Bu aşk mektubuyla sinemaya teşekkür etmek istedim. 

Daha önce film türlerinin tarihi yazılmıştı, film yıldızlarının, Avrupa sinemasının, popüler sinemanın, Godard’ın denemeciliğinin tarihi falan da yazıldı. Ama kimse sinemadaki yeniliklerin tarihini yazmayı denemedi. Bu görevin zorluğuna bayılıyor, aynı zamanda ondan ürküyordum. 

Öte yandan, sinema tarihinin genellikle dar görüşlü ve mahalli bir yaklaşımla ele alınmasına da kızıyordum. Garbo’yu anımsarız da, büyük Çinli aktris Ruan Lingyu’yu bilmeyiz; Pixar’a taparız, ama Muhammed AliTalebi’nin harika İran çocuk filmlerini es geçeriz. Bu düpedüz haksızlıktır. Oyun eşit zeminde oynanmıyor. Devasa pazarlama bütçesi olan zorbalar, iyi olsun olmasın kendi filmlerini bizlere dayatarak seçeneklerimizi kısıtlıyorlar. 

Bu filmin yapılmasının dördüncü sebebi, dijital çağda giderek daha fazla sayıda filmin DVD ve Blu-Ray olarak erişilebilir hale gelmesiyle izleyicilerin seçim yapmakta zorlanmasıdır. Onların seçim yapmasını kolaylaştıracak bir şey ortaya koymak istedik. Son bir sebep de şu: Politikanın, iletişimin, tüketimin küreselleştiği, görüntülü ifadenin CNN’leştiği ve dünyanın en güçlü bazı ülkelerindeki politikacıların nadiren seyahat ettiği bir çağda dünya filmleri, şişe içinde denize bırakılmış hayati mesajlardır. Geldikleri yerin ruhunu taşırlar. 80’li yıllarda pek az şey Gregory’nin Sevgilisi / Gregory’s Girl kadar İskoçya kokar. Pek az şey bizi Mambéty’nin Touki Bouki’si gibi 70’li yılların Senegal’ine götürebilir. Sinemanın, hayatı ve bazen de özlem ve düşleri simgelemekteki becerisi, onu modern hayatın özyaşamöyküsü haline getirir adeta ve çoğu özyaşamöyküsü gibi kusurlu, pervasız ve cilvelidir.

(DVD kitapçığından alıntıdır)

Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25425707/